Gecenin bir yarısı hastaneden kaçıp buraya geldim. Kırk beş dakikadır telefon kulübesi arıyorum etrafta. Bir saat kadar da uzaklaşmak için yürüdüm. Daha önce hiç görmediğim bir yerdeyim. Sessiz. Sakin. Ama bu sessizlik ürkütüyor beni. Telefonu açma ihtimalini düşünmek gibi bir aptallık etmedim buraya gelene kadar. Düşünseydim zaten açmayacağını bilirdim. Bilseydim, gelmezdim. Yedi senedir telefon ediyorum sana. Sır gibi saklıyorum bunu üstelik. Kaybolduğun geceden beri telefon ediyorum. Hiçbir zaman açılmadı; ne sen, ne bir başkası... Bir gün bu ev kiralanır ya da hırsızın birinin aklına eser de içeri girmenin bir yolunu bulursa diye korkuyorum da. Hak ver. İki çocuk annesiyim ben. İki, ya! Evet. Henüz birkaç günlük. Yeterince görme fırsatım olmadı; ama gözlerini babasından aldığını söylüyorlar. Haksız da sayılmazlar. Geçen hafta söylediğim yerde seni bekliyordum. Yine gelmeyeceğini anlayıp banktan kalkarken sancı girdi. Hastanede buldum kendimi. Koynumda bir erkek çocuğuyla. Umarım ben gittikten sonra gelmemişsindir. Yedi senedir gelmiyorsun; o gün geldiğini öğrenmek beni kahreder biliyorsun.
İlk çocuğumun öldüğünü söylemiştim sana ama o kayıtlar silinmiştir. Sanki onu tutuyormuşum gibi hissettim çocuğu ilk elime aldığımda. Harika bir histi... Anne olmak yani... Neyse... Şimdi bunları konuşacak değiliz. Yanıma pek para alamadım. Birazdan kapatmam gerekecek haliyle. Bu sefer farklı bir yer vereceğim. Annenle kaza yaptığınız caddeyi hatırlıyor musun? Orada eskiden takıldığın bir bar vardı. İki dükkan ötesine bir perdeci açtılar. Enfes modeller var. Çocuk odası için aklımda çok güzel planlar var. Orada buluşalım. Saat ikide. Öğlen. Annenin öldüğünü söylemiş miydim bu arada? Elbette. Ama o kayıtlar da silinmiştir çoktan. Dinle. Gitmem gerekecek birazdan. Uzatmamaya çalışıyorum. Oraya gel. Orada bekleyeceğim seni. Verdiğim saatten önce orada olurum. Kocam bırakacak çünkü. Sen kaybolduktan sonra evlendik. Senden üç sene sonra. Bahsetmiştim. Ama silinmiştir kayıtları. Düğünümden önce aramıştım hatta. Üst komşumuz beni gelinlikle telefon kulübesinde görünce iki hafta aptal aptal baktı suratıma. İntihar etti biliyor musun? Ölmedi ama. Son anda kurtuldu. Sapasağlam şimdi. Ne anlatıyorum ki ben!
Dinle. Buradan çıkıp bir pastaneye gideceğim şimdi. Rastgele. Buraz tatlı yemeye ihtiyacım var. Orada kocamı arayacağım. Geldiğinde beni bulamazsa korkmasın diye. Ertesi sabah da hastaneden ayrılacağız. Yoğun bir gün geçecek yani. Anlarsın işte. Sekiz ay oldu... Başkalarıyla birlikte olmuş mudur dersin? Sanmam. Erkek milleti değil misiniz yine de, sizden her şey beklenir. Üniversiteye başlayacağım tekrar. Ama bunu buluşunca konuşuruz. Evde oturmak bana göre değilmiş. Tanırsın beni. Hiç değişmedim. Yaşlandım biraz hepsi bu. Sesim daha ağlamaklı bir de. Duyarsan, anlayacaksın. Neyse. Gitmem gerekiyor. Telefondan ötüyor. Duyuluyor mu karşıdan acaba? Yedi sene oldu. Bu sorunun cevabını arıyorum. Bu sefer gel artık. İkide. Perdecide. İki. Öğlen. Bu sefer gel.
zaman içimde esneyen bir dağsa
rüzgar dağdan indirmişse karı geceye
kara geceye
pencere ardında yüreğim,
sarkıtları sarkmışsa
toprak bana güneş kadar yakınsa
sen göğsüne bir yıldızlı geceyi takmışsan
bir yabancı omzundaki uçuruma yaslanmışsa
ve şayet ki ben kışsam, ama aşmışsam bunları
alışmışsam
ayaklarım kendine dolanır
ancak
kendimi var edebilecek bir yol bulduğum dönemde, kendimi lağvedebilecek bir olguyu da sır gibi taşıyorum bünyemde. gecelerdir sayfa sayfa mektuplar yazıyorum ateşin durduğu yerde. hiçbir kelime örtündüğü anlamı soyunmuyor bana. renklerin, ışıkların ve notaların ve yıldızların sönüp saf düşüncemin başladığı o karadeliğin içinde dolandım bütün gece, sesler çıkarabilmek için. bulduğum saf bir cümle sadece: yaşamın tadı damağımda, nefesim ölü kokuyor. ve fikrimin dağınık yataklarında sızıyla akıp duran suna su. ve tantalia'nın daimi hareketi. birkaç kırık parçayı taşımakla yükümlü halsiz bir iskeletten ibaretim ve içimde sır gibi sakladığım ateşten, aşktan. insanın ateşe yakın olmak düşkünlüğü muayyen ki eskimedi her kendime kaldığım yerde kurduğum o tozlu cümle: "her ruh kendini yakan aleve sarılı iyice." hayatı gördüğüm pencere bir apartman boşluğunda kalmış gibi. dünyayı ve seni bir başka yaşamda tekrar bulmak isterdim. çünkü korkuyorum artık iz bırakmaktan, bu, ancak bedenimle mümkün cehennemde. gittikçe kara safra bir hastalığa dönen cılız insanlığım, her rüzgarla ürpermekten yoruldu da bir nebze. dünyamızın üzerindeki yorgun yıldızlar, bir gün onlara dokunabileceğim ümidiyle büyüdüğüm sokaklar, insanlarım, fikirlerim ve belki daha bilmeden sahip olduğum onca şeyle beraber yanarak yürüyorum, gidebileceğim yere kadar. fakat sanırım o yorgun yıldızlar gibi söndüm ve kayıyorum. bir dilek tut ardımdan, mutlu ve dingin bir yaşam dile kendine.
Dün gece, sen evden ayrılırken uyuyor olmak istedim. Yatağa önce senin girmeni beklediğimden, evin içinde senden kaçarak, kıytırık işler uyudurdum kendime. Uyuduğundan emin olunca yanına geldim. Yatakta oturup başucundaki, kaça kurduğunu bilmediğim, çalar saati dinledim. Evin her köşesini yorgun uykunun sesleri sarmıştı. Nefesinin içinde dolandım, senin hakimiyetinin. Niçin böylesine mahcubum ki sana veda etmeye bile korkuyorum? Üstelik gideceğini söylemedin ama biliyorum. Seni tanıyorum. Saatin çaldığında arkamı dönüp gözlerimi kapattım ve seslerini izledim senin. Sen uyuduğuma inanıp sessiz olmaya çalışırken beni uyandırmanı bekledim. Sana iyi yolculuklar dileyemezdim ama sen benim hoşçakalmamı arzulayabilirdin belki. Üstümdeki yorganı çektim tekrar örtmeni umarak. Yapmadın. Senin seslerin her uzaklaştığında kalbimin gümbürtüsü beynimi sarıyordu. Nihayetinde kapıyı buldun ve çıktın oradan. Pencereye koştum, gidişini seyrettim perdenin arkasından. Dönüp bakmadın. Usulca gittin, kadehin dibini bıraktın, ateşi söndürmedin.
Kaslarımın varlığını acıyla hissediyorum, bir yengeçin kolları arasında gibi. Tanrım, insan eti ne ağır böyle! Taşıyamıyorum. Kemiklerimin her an toza dönüşebilecek gibi kırılgan olduğunu hissediyorum. Acı bir rüyanın içerisindeyim, ama bir kâbus değil asla. Midem bulanıyor, aydınlıktan ve kokudan. Tanrım, dünya netleştikçe ne berbat bir hal alıyor. Artık en çok seni merak ediyorum. Ve korkuyorum merak edecek bir şeylerin kalmamasından. Aydınlık midemi bulandırsa da korkuyorum karanlıktan ve ağrılardan. Çünkü hayallerim var. Çünkü biraz daha yaşamak istiyorum. Anlatmak istiyorum, konuşmak istiyorum. Sesini kaybediliyor insan, ne acı! Sesimi bulmak istiyorum. Evimi bulmak, evime dönmek istiyorum. Alüminyum folyoya sarılı serumlar getiriliyor, insan, nasıl katlanır, güneş görmemiş bir zehri taşıyabiliyor damarlarında. Tanrım, bedenime dokunan parmak uçlarım karıncalanıyor. Kendi vücudunu dahi hissedemeden nasıl sarılabilir insan sevdiklerine? Nasıl dokunabilir onlara, protez duygularla? Parmak uçlarıma kavuşmak istiyorum. Kendimi bulmak, kendime dokunmak istiyorum. Tanrım, bir ben daha çok genç değilim. Toprağın üstünde her beden henüz çok genç. Bu yüzden inanmıyorum, hiçbir şey için henüz çok geç olmadığına. Hâlâ okuyacak şiirlerim var cebimde. Hâlâ çalınmamış, söylenmemiş şarkılarım var. Biraz daha yaşamak istiyorum. Biraz daha istiyorum. Biraz daha.
Hulusi Bey eskisinden daha iyi. Biraz daha iyi. Hulusi Bey gün geçtikçe deliriyor. Gün geçtikçe akıllandı. Hulusi Bey biraz daha iyi. O gördüğü şeye bakmaya devam ediyor. Oraya kağıttan gemiler yaptı. Bir deniz yaptı gemilerin etrafına ama onlar hiç yüzmüyor. Öyle söylüyor. Tabii... Gecenin belli saatlerinde konuşmaya başladı Hulusi Bey; fakat yalnızca o gemilerden bahsediyor. Bir de, duyduğunu söylüyor. Eski karısının sesini duyduğunu, ne dediğini tahmin ettiğini. O denize bakmayı da ihmal etmiyor konuşurken. Bir ödev gibi yapıyor zaten bunu, hiç aksatmadan. O da o gemiler gibi, kendi denizinin ortasında duruyor, çırpınırsa boğulacağını biliyor gibi. Hulusi Bey, biraz daha sakin artık. Sessizleştikçe daha çekilir oluyor dünya, sanırım o da anladı bunu. Git gide deliriyor, git gide daha iyi hissediyor kendini. Telaşsız suratından muayyen, güzel hissediyor Hulusi Bey. O gemilerin tayfaları, ona ne söylüyor bilmiyorum; ama Hulusi Bey de her akşam, ışıklar gibi, o denizde sönmeyi seviyor. Uyuduğunda ölüye benziyor suratı. Zaten herkes bir ölüyü giyiyor üzerine geceleri; ama o bir ölünün içinde yatıyor. Hulusi Bey, biraz daha iyi hissediyor.