Kusruma bakma
Ben bir taşkınlığın eşiğinde seni kendi cümlelerimle sevmeye kalkıştım
Ama hak ver!
Hak ver ki umutlarımızı çiğnediklerinde
Birbirimize sığınmaktan başka çare bulamadık biz
Karlı geceleri vaktinde durduramadık
Gazete eklerini kapatamadık darbe sabahlarında
O akşamüstlerinin dalgın haliyle radyoları susturamadık
Kusruma bakma sen benim!
Seni şu laciverd kentten soyutlamakla kirlettim zamanı
Ama kurşun kadar ağırdık o zamanlar ikimiz de
Nizami düşünceler gerekiyordu bize kendimizi taşıyabilmek için
Hem sen de bilirsin ki;
Vapurlar son seferlerine çıktığında
Uğuldamalarını kaldıramam ben
Bir çift avuç içine dünya kurarsam
Modern yaşamaktan öte özür bulamam
Bir adam artık şehre inerse yakası kirlidir
Gıyabında yutkunmak da benim kusrum olsun
Sen aldırma bana!
Avunmadan yıldız toplayamayacağız gökyüzünden, aldırma
Aldırma sen
Biz şehre inersek mevzuat düşer
Aşk düşer
Tenine dokunursam inkılâp düşer
Kesişimi devrim olan bir aşka da biz düşeriz nihayetinde
Sakalım uzayacak olursa pas tutar, sevmezsin
Acıyı omuzlayamayız, yırtılırsın sokak ortalarından
Beni düşünmezsin de sen şimdi, aklın türlü kalplerin iltihabındadır
Yazmayı az buz berecebilirim ama
Hisse vacibim, icazedim birkaç kağıt parçasındadır
"Daha çok bekleyecek miyiz?"
"Çıkartırlar birazdan."
"Bekleyeceksek sigara yakacağım."
"Yakma, çıkar birazdan. Evrak imzalatırlar."
Kardeşimi karakollardan toplamaktan sıkılmıyordum hiç; ama şu koridorlarda beklemek içimi sıkıyordu. Hastanelerden daha beter bir atmosferi vardi buranın. Etraftaki insanların ifadesizliği içinde ciddiyetle kesişen soluk duvar boyalarına sırtımı dayadım. İçimdeki huysuzluk saçlarıma bulanıyor, kafamı duvara dayadıkça hissiz bir ıstırap çektiriyordu bana. Sabah erken kalkmam gereken gecelerde, yatakta sağa sola kıvranmakla eş değer bir ıstırap. Ayaklarımla ritim tutmayı bile beceremiyordum doğru düzgün. "Aksıyor, lanet olsun!" diyordum, dişlerimi sıkarak. Üzerimdeki mavi bluzun göğüs kısmına beyaz lekeler bulaşmıştı, beni rahatsız ediyor, temizleyemiyordum. İzin gününden bir gün önce, mesainin son saatlerini yaşayan ifadesiyle bir polis memuru yanaştı,
"Birlikte misiniz?"
"Evet" dedi Haldun, çantamı kucağıma alıp yanına oturdum.
"Nişanlım kendisi." dedim; değildi. Düzensiz olarak birlikte oluyorduk sadece. Kendisine ciddi duygular beslemediğimi biliyor, bana aynı şekilde karşılık verdiğini düşünüyordum. Aramızda kararsız bir bağ vardı yalnızca.
Polis memuru bana dönerek, "Ablası mısınız arkadaşın?" dedi. Kardeşim olduğunu belli eden bir onaylama eyleminde bulundum. Elindeki dosyaları karıştırıp, "Bahri Elmas. Fatih'te bir kavgada bulunmuş. 'Çalıştığım dükkana iki adam girip kasayı patlatmak istedi, dükkanı erken açacaktım. Dükkana yaklaştığım sırada fark ettim. Polisi aradım. Geç olacağı için de yandaki inşaattan bir sopa alıp içeri daldım' demiş."
"Doğrudur," dedim, "Fatih'te bir plakçıda çalışıyor Bahri."
"Vallahi hanımefendi, ekipler erken varmış olmasaydı canına bile kıyarlardı garibanın. Şanslıymış, bir-iki morlukla yırtmış. Geçmiş olsun."
"Sağ olun memur bey, ne zaman çıkar Bahri?"
"Birazdan bırakırlar hanımefendi, siz bir yere ayrılmayın."
Polis yanımızdan ayrılınca tekrar ayağa kalktım. Beklerken boğulacak gibiydim artık. Haldun'a dönüp, "Şimdiye kadar bir sigara içebilirdim." dedim, "Lanet olsun!"
Haldun sakince beton zemini seyrediyordu. İki elini dizlerinin ortasında kavuşturmuş, bir şeyler sayıklıyordu. Bu halini görünce bir utanç içine gömüldüm. Onu da bu bokluk içinde sürüklemenin zoruma gittiğini o an fark ettim, "Haldun, sen yorgunsundur, git istersen. Ben hallederim." dedim. Suratını kaldırmadan, "Olmaz," dedi, "Sıkıntı yok, beklerim. Bu saatte eve gidemezsiniz, saat çok erken."
Biraz sonra Bahri'yi getirdiler, gözü ve elmacık kemiğinde hatrı sayılır morluklar vardı. Mecalsiz bir halde Haldun'un yanına oturdu. Hiçbirimizin içinden konuşma isteği gelmiyordu belli ki. Cenaze evinin birindeymiş gibiydik. Birkaç dakika sonra da gerekli belgeleri imzalayıp karakoldan ayrıldık. Henüz çıkmadan sigaramı hazırlamıştım elimde. Kapıdan adımımı atar atmaz saçlarımı geriye doğru atıp yanan çakmağı sigaranın ucuna dokundurdum. Bahri tiksinç bir bakış atıp, "Sigara var mı?" dedi. Bir tane de ona uzattım. Pantolonunun arka cebinden bir kibrit çıkarıp yaktı. "Ne yapacaksın?" dedim. Sol kaşını havaya kaldırıp, "N'apayım?" dedi. Bir travmanın durgunluğunu yaşatıyordu gözlerinde. Genel haliydi bu. Sürekli, suç işleme potansiyeli olan bir tavrı vardı Bahri'nin. Haldun, "Bu böyle olmaz." derken arabasının kapılarını açtı, "Bir çorbacıya falan geçelim, bu saatte eve gitmeyin." Mecburmuş gibi onayladık ikimiz de, bindik arabaya. Kapalı Çarşı'nın aşağısında bir çorbacıya girdik. Haldun çorbaları söyledikten sonra, "Anlatmayacak mısın Bahri" dedi, "yine ne oldu?"
"Anlatılacak bir şey yok Haldun Ağbi," dedi Bahri, Haldun'un 'yine' demesine sinirlenmiş gibi, "Dükkana girmişti itler. Bu polislerin erken geldiği nerede görülmüş? Dayanamadım daldım ben de içeri."
"Bahri," dedim, "sıkılmadın mı sürekli şu bok çukuruna düşmekten?" Gayet sakin bir üslupla konuşmama rağmen sert çıkıştı,
"Babamı felç eden ben değil miydim abla? Benden adam olmayacağını söyleyen de sen değil miydin? Benim bu bok çukurunda yaşamaya mahkum olduğumu söyleyen de sen değil miydin? Ne diye bana böyle şeyler soruyorsun sen şimdi?"
"Sürekli arkanı toplamaktan bıktım Bahri!"
"Toplama abla! Arkamı toplama abla! Sana ben mi diyorum her bokun altından çık diye. Gelme lan gelme! Ben mi çağırıyorum seni?"
"Ablanın hakkını yiyorsun Bahri." diye araya girdi Haldun. Bahri daha da sinirlendi,
"Sen hiç karışma Haldun Ağbi! Ablamın hakkını seninle tartışmam ben! Sen değil misin lan ablamı keyfine göre sevip keyfine göre terkeden?"
Haldun olayın büyümesini istemediğinden cevap vermedi. Bir felaketin ortasında gibiydik hepimiz. Üstüme bulaşan bir çamurun izini silemiyor gibi. Bir soykırımın her anını izliyor, kendi ölümümüzü bekliyormuşuz gibi. Ne bu hikayeyi sürdürmek istiyor, ne de bitirmek için bir çaba sarf ediyormuşuz gibi.
-Elimdeki kalemi kısa süreli bir öfkeyle parkeye fırlatınca Bahri oturduğu yerden kalkıp, "Yine beceremedin." dedi ve elindeki tabancayı masanın üzerine bıraktı, "Sıra bende."-
Ahali, Cuma çıkışlarında, köyün ufakça cami avlusunda pilav-ayran dağıtarak ibadeti kapatırdı. Erhan ve ben, hele ki yazın ortalarındaysak, Cuma'ya kadar bahçelerde debelenir, vakit girdiğinde çıkışı gözetlemek üzere Arap Aga'nın kahvede gazoz içme mesaisine başlardık. Büyük nimetti o gazozlar, o yaşlarda. Limonlu Kınık sodalarından da büyük! Cemaat avluya iner, biz pilav sırasına dalardık. Yavaş yavaş yedikten sonra, Erhan'ın annesinin çalıştığı eve düşer, Nebahat Abla'dan harçlık koparma yolları arardık. Erhanlar, köyün çıkışında bir evde yaşıyorlardı. Bir sürü kadının o zamanlar ne diye aynı evde kaldığını idrak edecek kadar fesat düşünceler beslemiyordum ben. Benim düşüncelerim daha çok, elime geçecek olsa yüz liralık bir banknotla bakkaldaki her şeyi satın almak gibi güzeldi. Annem, Erhanlara gitmemem gerektiğini sıkça tembihlerdi, bundan dolayı annemden habersiz gider, Nebahat'ın verdiği harçlıkları aynı gün bitirmeye çalışırdım; bitiremezsem de evin girişindeki tuğlaların arasına sıkıştırıverirdim bütün mülkiyeti.
O sıralar bizim evlerde, sobalı odalarda meskenlenen radyolardan Ferdi çalınırdı. Kadınlar, ellerinde tencerelerle aynı eve girer, iğrenç bir uğultuyla eğlenmeye kalkışırlardı. Bizim eve gelindiğinde o pek samimi, yapış yapış öpücüklerden kaçmak için hasta taklidi yapar, odanın kapısını aralayıp gizlice -eğer ki gelmişse- Feride'yi izlerdim.
Ah ulan Feride! Kahpe Feride! Henüz 9 yaşında bir kahpenin sevdasına düşüverdim aga. Hep o Ferdi şarkılarından üstüme sinen boynu büküklüğüme sığınarak sevdalandığım Feride! 23 yaşında, omzuyla belinin tam ortasına kadar inen o sarı, kıvırcık saçlarıyla, yeşil gözleriyle bizim eve girer, misafir odasına, kalbimi durduran bayram kokusunu bırakırdı. Ah ulan kahpe Feride! Annem hasta olduğumu söylediği zaman odama girer, beni öptükten sonra halimi hatrımı sorardı. Avuçları alnıma değdiği zaman orda kalsın diye dua ederdim ben de. Ulan Feride! Madem evlenecektin, bana niye umut verdin o zaman! Ne diye ayağıma kadar gelip elini alnıma koydun Feride! Üstelik, bana bu kadar acı çektirmesi yetmiyormuş gibi; düğün gününde, gelinliğinin arkasından tutturarak damada teslim ettirdi kendini. Başta karşı çıkmış olsam da dayanamadım orospunun cilvelerine!
Düğününden sonra, belki beni görünce kararı değişir de kaçarız diye aldığım beyaz gömleğin boynundaki kravatı genişletip Erhan'ı çağırdım. "Gel ahretlim" dedim, "Gel şu kahpe dünyanın gözünü sikelim bu akşam!" Düğün mekanından çıkıp ikişer soda çektik kendimize. Köy girişindeki ilkokulun bahçesine oturup sodaları taşa vurarak açtık.
"Feride'ye bak sen Erhan" dedim, "Nasıl da yoksaydı beni paralı adama!"
"Sana layık mı ki o kardeşim! Bırak kendisi utansın. Senin şu kalbindeki sevdayı paraya değişmedi mi? Kendi utansın lan!"
Feride'nin şerefine diktiğim ilk sodanın ardından ikinci sodayı da kendi şerefime açıp eve döndüm. Ertesi gün Çeltik'e, dayımgillere gidecek ve yengemin yaptığı karaböğürt reçeliyle avunacaktım.
Bir hafta boyunca Kocadayım beni ava çıkardı. Birlikte baraja, gece balığına gittik. Bildiği masalları anlattı. Camiye götürdü. Cuma çıkışlarında pilav dağıtılmama hüznünü yaşattı. Feride'nin acısını aklımdan silmeye çalıştı. Feride'nin acısını dindirip eve döndüğüm akşam Feride'yi, kocasıyla birlikte gördüm, hiç bir şey hissetmiyordum. Allah'ından bulsundu!
Sabah, yarım yamalak bir kahvaltı yapıp Erhanların eve fırladım. Kapıyı çokça çaldım ama açan olmadı. Büyükçe bir dargınlıkla eve döndüm; soda bile almadan. Açıp Ferdi dinlemeye başladım. Annem, Gülfiye Teyzelere gitmişti. Acı çekmek için müsait bir köşe bulup gömüldüm. Gün geçmiyor, ben ağır sıkılmalarımla kalıyordum. Zar zor akşamüstünü görüp tekrar Erhanlara vardım bir koşu. Hâlâ kapıyı açmıyorlardı. Tekrar aynı dargınlıkla eve dönüp erkenden yattım.
Ertesi sabah tekrar aynı heyecanla Erhanlara koştum. Kapıyı çaldım. Nebahat açtı, içerdeki suskunluğa anlam veremeden Erhan'ın annesini buldum. Yatıyordu, başına siyah bir tülbent bağlamış dudak ve kaşlarından, ince bir acı çekiyordu. Tam odaya girecektim ki Nebahat omzumdan tuttu. "Gel böyle canım" dedi, koltuğa oturduk. "Erhan nerede Nebahat Abla?" dedim. Nebahat, başını yere eğdi. "Erhan'ın astımı vardı canım, biliyorsun değil mi?" dedi. "Evet" dedim, "Söz koşturmayacağım onu Nebahat Abla. Zaten hiç izin vermiyorum da koşmasına. Bak geçen gün 'Arap'ın gündöndülere dalalım' dedi, ona bile karşı çıktım. Annesi izin vermiyor mu? Vallahi koşmayacağız Abla. Söz." Nebahat'ın gözünden birkaç damla yaş, pantolonuma döküldü. Sesi titrek bir şekilde "Erhan gitti canım." dedi, "Bir daha dönmeyecek."
Erhan'ı nereye yolladıklarını merak ediyordum ama sormaya gücüm yetmiyordu. Hastalığının tedavisi için İstanbul'a yollamışlardır diye düşündüm kendi kendime. "Erhan'ın iyileşmesi içinse n'apalım Nebahat Abla" dedim ona, "Ben zaten büyüyünce gider Erhan'ı bulurum ki."
Tekrar aynı dargınlıkla evin yolunu tuttum. Anneme sarılıp ağlamak istiyordum. Ben bazen ağlamak isterim böyle biraz. Eve gidene kadar kesin bir yargıya vardım sonunda; acı duymak ruhun fiyakasıydı agacım. İsmet Bey Amca haklı. Annemi bulup dizine kapandım direkt. "Erhan gitmiş anne" dedim, "Ama büyüyünce ben tekrar bulurum onu. Zaten Şerif Amca, Erhan'la bana 'Siz çok büyük adam olacaksınız' derdi. Erhan kesin büyük adam olup gazetelere falan çıkar, ordan bulurum ben Erhan'ı."
"Bulamazsın oğlum" dedi annem, nereye gittiğini bilir gibi kendinden emin bir sesle, "Erhan'ı bir daha kimse bulamaz."
"Ben bulurum anne" dedim, "Biz Ferdi açsak mı?"
Bizleri mavra kadar, limanlar korkutuyor
Gidip de dönmemekleri korkutuyor
Dönüp de görmemekleri
Dostun sorgu odalarında çürümekleri korkutuyor, azar azar çürümekleri
Karlı bir gece vakti uyandıramamak onu, korkutuyor
Ya da kumsal kentin kadınları kadar dolgun satırlarda aranmaklar
Bir tabela altında çekilmiş fotoğraflarımız, onlar da pörsümeklerde şimdi
Altı çizili satırlarda yaşanmışlıklar var; bizim köyün toprakları gibi üstelik
Korkularım var, gayrimeşru
Yazmıyor kutsal kitaplarda
36 metrekarede kapalı sızılar çekmekler var
Kesilip kesilip duvara döşenmiş gazete küpürleri
Kitap evlerinde sığınmacılar, bodrum katlarda yakılan kitaplar var
Haberler var üstelik; habis
Çare yok, radyoları kapatsam
İdam sehpasında ağbimgiller var
Gazete binalarına baskın yapılan sabahlar var
Oysa bir devrimi suçüstü yakalayamazlar
Bir sevdayı kurşunlayamazlar
Kudurtucudur
Onlar, kuduramazlar.
Bir romanın ucuz satırlarında netameli kurgular aramakla meşgulüm. Tirenler kaldırıyor makinistler. Bir istasyon çiziyorum okuduğum sayfalara. Aynı sözcükleri çok defa kullanıyorum.
Özgürlük isteyen milislerle dolduruyorlar tirenleri. Korkmuyorlar; fakat bir sızı ki göğüs kafeslerinden cumhuriyete doğru. Ağrıyan taraflarına bağımsızlık sürüyor hükümet. "Hem fena mı?" diyorum bazen, "Memlekete istikrar geldi, viski düştü." Ama yağma var, sosyalizm yok, beni duymuyorlar. Sol yumruğumu sıkıyorum, kaldırmadan "Liberal siyaset!" diyorlar. Oysa hatırlıyorsun; benim yumruğum dünyaya kafa tutmakla aynı denklem içinde bilinmiyor.
Bir tiren. Bavullarla yetinmeyecek gibi cephane taşıyor gövdesinde. Üstelik artık duman tütmüyor; hükümet, edebiyatımı eski zamana kurgulatıyor böylelikle. İnfaz ediyorum bir yeni çağı. Kısa bir film çekmek istiyorum, kısa film değil. İmkan sunmuyorlar.
O halde aynı kitabın yapraklarını koparıp bir istasyonu gövdesinden 1971'e bölüyorum. Bir sevda kurgulayayım diyorum, bu defa Abdulhamid'e denk geliyorum. "Tiyatrolarımı siyah beyaz oynatsam ağır cezadan kurtulur muyum?" diyorum, daktiloma vasıfsız harfler diziyorlar. Hiçbir türlü kafamı toplayıp ne zamanda olduğumu çözemeden takvime
sıkışıyorum.
"Cumhuriyet Dönemi'nde yaşasaydım" diye bir satır çiziyorum daha sonra, "Ece Ayhan'la aynı hamamda yatardım." Galata karalıyorum. Rakı ve Katran. "Haliç'ten yürümez artık Ece Ağbi" diyesim geliyor, "Haddin değil!" diyorlar.
1517'de bir Alman Kilisesi yazıyorum bu defa. Martin Luther, 95 maddelik bir bildiri yayınlıyor o sırada. Büyük bir haykırışla omzuna yaslanıyorum. Kilise infazıma gülümsüyor. "Peder" diyorum, "Beni kendimden afaroz ediniz." Gülümsüyorlar. Bir kez daha tutunamıyorum.
Fransız Devrimi anlatıyorum sonra yerden bir sayfa alıp. Osmanlı'nın dağılmasından sorumlu tutuyorlar. "Oysa Ermeni vatandaşlar bizi hatırlayacaktır gelecekte" diyorum; "Yanılıyorsun." diyorlar.
Çarlık Rusya'yı üstüme yıkıyorlar. Sovyetlerden beklediğim medet umuda zift döküyor.
Mekke'den geçerken Hira Dağ'ında bir peygamberden bahsediyorlar. Aramak için halka iniyorum. Rabbena'daki ateşten geçerken "karz-ı hasen" diyor bir dilenci. Cevap vermeye kalmadan Ebu Leheb'in elinden bir gürzle sürünüyorum Arap çöllerinde.
Bir sevdaya tutuluyorum, "Hayat uzun Süreya!" diyorum bu defa. Gönlüm büyüyor. Üzerimize gazeteler örtüyorlar. Seyduna'yla Şahrud oluyoruz.
Çok patolojik yaklaşıyorum zamana. Elbet bir hainlik var ki tekerrür ederken yağmalanıyorum her defa. Geleceğe gidiyorum bu kez. Başka bir sayfa daha kullanmıyorum artık.
"Hiss-i kable'l vuku."
Ona, tek cümleyle hayatı arşınla dediğim zaman susuyordu, duyuyordum.
Vapur sesleri martıları bölebiliyordu; bizi değil.
Zamana olgun tevazularla yaklaşamıyordu ki garipsenecek olgular dokunsun suratına.
Rüzgar bile yalpalıyordu zaman zaman, uçuşmuyordu saçlarında.
Bizim bulacağımız yollar vardı, polis telsizlerinden anonslarımız vardı, gına vardı.
Tortulaşamıyorduk da kalıplarımızda.
Buzul mavisinden çekiyorduk okyanusları.
Cebir müessesesinde ek mesailer bileniyordu kuşkularımızla.
"Peki ya olacaksa?" diyebilmek gibi omzumuzda bir pankart.
Yeminler edip susabiliyorduk ancak.
Devrimlerin ağışını biliyorduk.
Halka iniyorduk.
Ki sen; biliyordun ki o bıçaklarla açtığımız yaraları, patolojik sevişmelerimiz dahi kapatamıyordu.
-Seni sevmek yürek isterdi; biz canımızı ortaya koymadık mı?-
Tekrar bir sahil oluyorduk, ölen çoçuklarla sarıyorduk gecelerin buğusunu.
Memleket kere kalaylanıyordun kirpiklerinden.
Porsuk insanlaşmaları biliyordun.
Sivil toplumun cefasını biliyordun.
Özgürlük biliyordun, ruhun bileniyordu.
Direnmek kere caddeler biliyordun.
Umut ederken dudaklarımız çatlıyordu.
Halka iniyorduk.
Ben inkılâbın getirilerine sövüyordum, alışamıyordum.
Sana göğsümden kopan yaşamdan, hükümsüz savrulduğum ayazdan anlatıyordum, duyamıyordun.
Misal, "biz hiç var olmuyoruz" diyorum sana "filhakika"
-"Zaten beni saymasan, sana ne yakışmaz Allah var."
Kurşun kalemler kere halkın bağrına diziliyorum.
Yamalı kazaklarından bir simitçinin, ya da bir balıkçı beresinden halka iniyorduk.
Saçlarından, kırılgan isleri o adamlar toplayamıyordu.
Yani devriliyordum bir masaya harman oluyordum.
Ki yaşasaydım; saçlarımı yolmadan doğardım güne.
Peki.
Galata'sında şehrin, kanamazsın diye öpemediğin sevdaların da yok mu senin?
Ya da ne bileyim, özgür olmak için kavladığın yaraların, yaradanlıkların?
Bir dakika düşünmenin dahi ağırlığı parmak izlerine dokunmadan kaçamadığın bir kavgan yok mu bu şehirle?
Üsküdar iskelesinde beklemek gibi -kar, kış, kıyamet- yorgun gözlerin?
Bana, paltom ağırlığında çağdaş imtiyazlar kurgulanmıyor oysa.
Bir kahvehane baskınından bakınıyorum manzaralara.
Ölümü, Sa'd-abâd'e bırakıp kaçacak bir mukadderat benimkisi.
Ancak, biliyorsun ki; ben dahil, hiçbir insanlığım korkmuyorlar.
İktidarı, kavga değil; resital bilen fikriyata kafa tutan benim kanım.
Soyumdan kopamadan sarılamamaktır sana bir nevi.
Fakat; nokta koymak duygulara özgü değildir literatürde.
Bu yüzden düşlerim var.
Bu yüzden sızlıyorlar.
Büyük oğlandan,
Aga'ya bir buket düğün masrafı.
Küçüğü durur mu
Sıkıntı çok,
Zat-ı alii kanser hastası.
Oturmuş bir banka
Ha içiyor, ha içiyor!
Kahvehanede Aga ince hesaplar dokuyor.
Memleket perişan, sefil, keşmekeş
Bir de halk
Malum;
Ne haysiyet kalıyor, ne şeref
Haraca haraç, peşkeşe peşkeş!
Açmadı ya zamanında bir birahane be!
Bundan;
Aga ince hasaplar dokuyor kahvehanede.
Fabrika, kahırdan duman
E kalbi var Aga'nın
Anlayacağın mevzu yaman mı yaman!
Gün geçmiyor şayet olmayacaksa bi' arbede
-ilaveten-
İnce hesaplar dokuyor Aga kahvehanede.
Derbederi olmuşuz yani şehrin
Kent - orospu
Memleket - kerhane
Para - pezevenk
Bulamıyoruz lan artık şu sokaklarda bi' delalet
Gözlerin aynası, sevdadan buğu
Hasret olmuşuz zaten; e harmana davet
Sevdiğim yaren vurulmuş
Nişan günü
Vaktidir artık umursamamanın;
Ne açmayan gülü, ne ötmeyen bülbülü.
Giren-çıkan kalın kalın yol almış yani birader
Aydınlık, artık kalıyor makbere
Aga hâlâ ince hesaplar dokuyor kahvehanede.
Mikail, büyük bir şehrin belediye başkanı oldu, rüşvet almaya başladı, paraya boğuldu. Feridun, kumarbazken herkesin elinin tersiyle ittiği bir adamdı, kumarhane sahibi olunca saygıdeğer bir kişilik oldu. Hayati, yıllarca dünya ticaretine babalık etmiş bir sülalenin oğluydu, holdingin sahibi oldu, vergi kaçakçılığı yaptı. Haluk, kumarhanelerde, son zamanların en gizemli adamlarından biri oldu, kimsenin kaynağını çözemediği paralarla oynadı. Öztürk, başbakan oldu, memleketi gırtlağına kadar borca sokup meydanlarda bağırdı, kameralara gülümsedi. Hasan, kitabın ana karakteri, sokak çocuğuydu, en sefil rollerden birini almasına rağmen, ana karakter egosu vardı Hasan'da. "Ben olmasam bu hikaye olmaz" gibi cümleler kurardı bana geceleri.
Ben, bu sahnenin dışındaydım her zaman. Onlar yazıldılar, kurgulandılar, şekillendiler; bense alaca karanlıktan onları seyrettim. Kitabın kırk sekizinci sayfasında, yazar, beni kurgulamaya başladı. Sevinçliydim. Sonunda ben de bu hikayede bulunacaktım. Böylelikle mertebemi yükseltecek, eski dostlarımın arasına tekrar girecektim. Olması gereken budur değil mi?
Yazar, beni kurgulamaya başladıktan sonra hikayeyi çok boşladı. Her gün en az iki saat oturup, üstünde çalıştığı hikayeye, haftada bir-iki kez bakmaya, yazdıklarını birkaç saat sonra silmeye başladı. Her gün içiyor, kafasındaki hikayeyi birbirine katıyor, karakterleri karıştırıyor, sürekli alakasız şeyler yazıyordu.
Bense bu hal gereği pek müptezel hissetmeye başladım kendimi. Benim gibi isimsiz, kalıpsız, biçimsiz iki arkadaşımla daha oturup, olan bitene üzülüyorduk. Sürekli şekillenip, sıfıra düşüyorduk. Bu halden iyice sıkılıyordum.
Fakat; nihayet, bir gün yazar odasına girdi, masaya oturdu ve beni yazmaya başladı. Heyecandan iki büklüm oluyordum, yarım yamalak konuşuyor, kekeliyor, sürekli terliyordum. Belediye başkanının karşısındaydım. Kitabın on ikinci bölümü benim belediye binasına girişimle başlıyor ve beni hikayeye katıyordu.
Zengin, havalı, yakışıklı, tüm medyanın etrafında olduğu bir sanatçıydım. Şarkılar yazıyor, klipler yayınlıyordum. Hayran kitlem beni sokakta görmek için can atıyordu. Üstelik, her gece farklı bir kadınlaydım. Bir anda o eski biçimsizliğimden kurtulunca eski dostlarımı tanımaz oldum. Ancak; Mikail ve Öztürk'ün önünde iki büklüm oluyordum hala. Kirli çamaşırlarımı göz önüne çıkarmamaları için uğraşıyordum.
Hikayeye gireli üç sayfa olmuştu, Mikail'in önünde iki büklüm olup dışarı çıkınca, Hasan ve onun gibilere cebimdeki süslü cümleleri, küçümser bakışları kullanıyordum. Pahalı arabalar alıyor, ucuz şoförler tutuyordum.
Daha sonra, beklenmedik bir anda, anlamadığımız bir sebeple, hepimiz silinmeye başladık. Yazar, tekrar her gece içmeye başladı, her şeyi terslemeye başladı. Tüm karakterleri, tüm kurguları teker teker silmeye başladı. Hepimiz, bir anda sıfır olduk. Eski dostlarımın hepsini ancak bu şekilde kazandım. Tekrar aynı karanlık zamanlara, aynı biçimsizliğe büründük.
Yazar, her gece yatağına uzanıyor, kafasında binbir çeşit kadın karakterler kurgulayıp ateşlere atıyordu. Bizim hikayemiz bu kadardı. Hiç tamamlanmayacaktık. Bir sıfatımız, bir biçimimiz varken yazarın gözünde her şeydik; kendi dostlarımızın gözünde sıfır. Şimdiyse biçimsiziz, dostluklarımız var fakat; yazarımızın gözünde hiçbir şeyiz artık. Bir yandan alırken bir yandan da kaybettik sürekli.
Siz insanoğlu için de dengede durabilmek böyle zordur. Bir şeyler kazanmak istiyorsanız kaybetmeyi göze almanız gerekir. Dostluklarınız her zaman duruma göre şekillenir. Gururunuz -aptalca utancınızdır aslında- sizi her zaman bir adım geriden götürür. Fakat; biz şanslıyız. Her hikaye bir gün bitecek ve biz sıfırlanacağız, kendimizi bulacağız, eskiye döneceğiz, hiçbirimiz "nerden nereye" diye düşünmeyecek. Sizin şanssızlığınızsa; bir gün hikayeniz bittiğinde sıfırlanacaksınız; fakat eskiye dönemeyeceksiniz.
Bana gelince. İki hafta sonra, yazar, farklı bir hikaye yazmaya başladı. İlk oluşturduğu karakter bendim ve bu sefer hikayede bir sınıfsal ayrım yoktu. Herkes aynı mahallenin insanıydı, eşitti. Tüm dostlarım teker teker girdi hikayeye. Daha sonra, seksen ikinci paragrafta, Hayati ve ben bir tren istasyonuna gittik. İstasyon kalabalıktı. Hayati kalabalığın içine karışıp babasını öldüren adamdan intikam aldı, ben şaşkındım. Soğukkanlı bir şekilde, yedi silahlı adamın içine daldı, bıçağı soktu ve koşa koşa döndü. Ne olduğunu anlamadan bıçağı kendi elimde buldum. Hayati'ye baktım, koşarak gözden kayboldu. Önüme döndüm, göğsümden üç, bacağımdan iki kurşun yedim. Canım yanıyordu. İhanetten mi yoksa kurşunlardan dolayı mı bilmiyordum. Yazar, bunu okuyucuya "hangisi?" gibi bir soru kalıbıyla yöneltmişti. Bense bu hikayede bu kadardım. Bir hayatım da böyle bitmişti.
-Bitse ne olur,
bitmese ne?-
Bana yeni bir gökyüzü bulun artık. Güneşi çekip damarlarıma bastım ansızın. Sana yaşadığını hatırlatan sabah ezanları, benim kuytularımda hüzzama çaldı. Zift döküp katran solukladım dağ eteklerinde, gökyüzü yarıldı. Atmosfer aşağı çöktü bir müddet sonra, boğuldun. Bıraktığın soluklardaki kinin kokusu kaldı şehre yadigâr. Kursağımızda düğüm düğüm küfürler var artık. Çünkü geceye karşı, dar sokaklardan çıkıp geldim, beyin kıvrımlarımda cinayetler dile geldi. Gözlerim dumandan kısık. Var mısın sabaha yalınayak basmaya?
Mağdur bir tebessümün hissiyatından şekillenmiş ikindi vakti, tüm yaşanmışlıkları dışardan izlerken her renk yeşil fonda oynatılıyordu sanki. 72 yazından bu yana ilk defa damarlarında kanın pıhtılaştığını hissediyordu Salim. Tüm kalıplaşmış yaşantılara inat orta oyunundan hallice geçiriyordu ömrü. Rus aksanıyla yaşlanıyordu. Fakat memleket perişan; vodka, profesyonel orospular kadar pahalı geliyor o zamanlar bizlere -ece ayhan ne güzel insandır-. Bu yüzden yaşamak güç. Bu yüzden başka kahırlardan korkuyoruz.
İkindi vaktine saat çattı. Müzeyyen'le buluşulacak. Nefesine karadağ tabancaları oturacak. Toparlandı Salim. 8 gün öncesinde, Zahide'nin getirdiği haberle, kısa-öz mektuplaşmaların verdiği yetkiyle, Salim'in zevaline sebebiyet için bugün seçildi. Ayın son çarşambası. 87'nin son haftası.
Müzeyyen, Salim'in nişanlısıydı evvelinde. Salim önce pavyona, sonra dile düşmeden önce. Her şeyden önce, Salim'in Laleli'deki antikacısının karşısındaki dükkana kitapçı açıldıktan sonra. Sahaf Sadri. Her sabah dükkanını açar, incelikle işini halleder ve sonra o da her şeyi öncesinde bırakıp pavyonlara, kerhanelere dadanır, sabaha karşı tekrar aynı incelikle işinin adamı olurdu. Sahaf Sadri, Salim'in karşısına taşındıktan bir zaman sonra komşuluk adetleriyle aynı muhabbetlerde bulundular, aynı sofrada oturdular derken; bir akşam, dükkanları kapattıktan sonra iki cadde aşağıdaki meyhaneye oturup bir küçük rakı, birkaç meze söyleyip hafiften sefa sürdürler.
Velhasıl kelam Salim'in ipleri orada koptu. Sadri'nin bahsettiği kadınlar, yaşantılar, sefalar karşısında Salim'in dili tutuldukça hırsı tetiklendi. Akşamın sonunda yollar ayrıldı. Salim o akşam, o masada nedensizce ezildiğini hissetti, Sadri'nin karşısına çıkıp kadınlar anlatmak, çapkın tanınmak istedi. Erkek adamdır yahu! O günden sonra pavyonlara düştü işte. İsmi Karı Salim'e çıktı, inmedi. Fiyakasını çizdiler. Nişanı attılar. Üstünden birkaç yıl geçti, Müzeyyen'in evlilik haberi duyuldu. Babası, eli yüzü düzgün, iş-güç sahibi, delikanlı, yakışıklı birini bulmuş, sözlemiş denildi. Mevzu o ki; Müzeyyen'in aklı, gönlü her şeye rağmen Salim'de, gözü onun yolunda. Ama kadınlık gururudur yahu! Sonraları çocuğu bıçakladılar denildi. Tefeciye borcu varmış denildi. Esnafın işine engel oluyormuş denildi. Kaçak mal getiriyormuş denildi. Milletin ağzı torba oldu, büzemediler. Müzeyyenin sözlüsü büzüldü neticesinde, kayboldu gitti vesselam. Müzeyyen de Salim'in çatpat gelirine tabi, sevdasına daim kaldı.
8 gün önce, Müzeyyen'in teyzekızı Zahide, Salimin antikacıya uğradı, haber bıraktı, mektuplar taş aralarına saklandı, gün belirlendi. Galata Köprüsü'nün altında, her zamanki balıkçıda buluşulacaktı.
Salim ikindi vakti toparlandı. Berber İlhami'de sinekkaydı geçti suratına. Döndü, idarelik kazağını giydi, paltosunu omuzladı, çıktı yola.
Balıkçıya vardığında henüz on beş dakika vardı sözleştikleri saate. Stresten çıtlatacak parmak kalmadı, boğuldu. Sigarayı bırakmasaydı bunlar olmayacaktı. On beş dakika beklemek zulmü yetmiyormuş gibi, sözlenilen saatten sonra bir otuz dakika daha bekledi. Gelen giden yoktu. Salim'in önce omuzları çöktü. İkinci yarım saatte Müzeyyen'i genzine düğümleyip kalktı. Haliç İskelesinde, ruhunu asan göçmen çocuklarına uzaktan baktı. Sepet içlerinde, birlikten boyun bükmek doğuran çiçeklerle sabaha vardı. Dükkanı açmadı. Sigaraya tekrar başladı. Sahaf Sadri'yle aynı meyhaneye tekrar girdi, bu sefer bir büyük söyledi, hayatına gire her kadından zevkle bahsetti.
Fakat mevzu, öyle her zaman dışardan, insanların kendi kapasitesinde gözlediği kadar basit çözülmez. Çözülmedi. Salim, her akşam aynı balıkçıda, aynı vakitlerde, birbuçuk saat bekledi. Hayat fena halde futbola benzedi.
Ve ben bu hikayeyi böyle anlattım, çünkü; gerçekleri duymaktan korkarken, gerçeğin ne olduğunu unuttum. Müzeyyen o akşam sözlendi mi, Sahaf Sadri Salim'e oyun mu oynadı hiç hatırlamadım.
Tek bildiğim şudur ki; derin anlamları, basit cümlelerle anlatmaya çalıştıkça beni yanlış anladılar; hayatlarından silmeye kalkıştılar. Daha sonra her eylemin ardından açıklama yapmaya kalktım; onları salak yerine koyduğumu sandılar. Beni hayatlarından silmeye kalkıştılar. En sonundaysa ben kendimi sildim. Salimle tek ortak noktamız da bu olmuştur veselam.
Şehir kargınen bir akşamın seyrinde. Şafağı kendi göğsünden sökerken -ağır-, palto ceplerinde unutulan bozukluklar kadardır kadın. Bir nebze tutarsız, biraz firari; naçar kaldıkça bir tepeden yıldız sayacak kadar gayriihtiyari. Her sabah aynı bulvardan geçer, aynı kelepçeyle bağlanır, gömülür olmayacak şeylerin dünyasına. Apartmanlar arasında göğü ancak gürültüsüyle bilen toplumun, kadavratik yaşantısına dahil olmuştur. Zihin dağarcığını, sistem eliyle var edilmiş darağacında asmadan öncesidir yaşadığı zamanlar.
Sükunetini bölüp şehrin, kaldırımlar ağzıyla şiirler türer sigarasından. Parmak uçlarında kül kokusu kadının. Zıvanasından çıkan kadere başkaldırmaya mecal bulamadan, pasif bir isyana kendi caddelerini mahal bilir. Hükmün elleri cebinde -bağlı-, geçilmez bir sisle örülmüşse de fena değil; yeminler rota bilmeden denize savrulmuş olsa dahi.
Meyhanenin eşiğinde, omuzlarına kara paltolar çekilmiş, gözlerindeki inancı rakı şişelerine hapsolmuş adamların rivayetleriyle çürüttü dünyayı. Bir akşam yine kuytuya çekilip, bodrum katların rutubetine denk zifti ciğerlerine doldurarak, ömre gaybana ziyaretlerin vebalini omuzladı. Yıkık bir çift gözçukurunda terhin etti kendini.
Zamanı külfet içinde, dava bilmeden, yol çizmeden tüketenlerin istikametinde bekleyip, sonu belirsiz ömürlerin hikayesinde yan karakter kalıplarına sığdırılmak büyük kayıp. Ve affın lehinde yargı bilmeyen muhakemelerle zehrin istihkak bellendiği bir kuytunun tuğlalarına omzunu dayayarak umut beklemek yıkıntılara mazhardır. Böyle, soyutluk aleminde var olunur bu çağda. Bu yüzdendir ki; tekerrürden ibaret yaşantısının ritüellerine sadık kalmıştır kadın. Çünkü; zulmü unutmak, zulme dahil olmakla eşdeğerdir.
Kadın, zihninin, gökyüzüne açılan koridorlarında ölüp dirilirken; uslandığı alemden uzak bir çift sözle açıldı dünyaya. Uzun, biçimsiz vücuduna destek çıkan topuklu ayakkabılarıyla, laciverd elbisesinin üstüne çektiği siyah montunun içinde bir sızı saklarcasına yağmurun altında sürüklenen bir kadın, gözlerindeki boşluğu yağmurun hissiyatıyla tamamlamaktan korkarak başını eğip, zemine kaşlarını çatan tavrıyla yakınlaştı, yakındı;
"Şu mide bulantımın sebebi erkekler değil de; o fikri meçhul bakışların, o kirli bedenlerinde yaşattıkları intikamın ağırlını başka bedenlerde indirgemelerin, o sahte sözlerin, sahte güçlerin, yalan dokunuşların, yalan sürtüşmelerin köpeği olmak! Kahretsin!"
Hayat kadınlarının da ruhuna, kırıntıları dahi olsa varolan duygularına -sahi- şahit olduğundan beri bir kül olmuştur kendi nezdinde. Üflendikçe dağılmıştır.
And içip, her şafaktan önce kan kusturan zaaflarla diriltmiştir ifriti. Bundandır göğsündeki, parmak izi gibi dizilmiş bir dizi izmarit izi.
Ben, öyle kargınen akşamların karanlığında kaldıkça, avuçlarıma kan damlatan cinnetin dumanını tükürüyorum kuytularda.
Şehrin üstüne bulut çöküyor, şu damarlarımda dolanan senin kanınmış gibi bir hisle dalıyorum sokaklara.
Tedavülden kalkmış sözcüklerle seviyorum daha sonra.
Literatürde yeri olmayan acılar çekiyorum, hüzünler biliyorum.
Toplanıp, bir ağız bağırdıkça behemahal gözümün içine bakacakmışsın gibi oluyor.
Binaenaleyh her semaya baktığımda, sırrıma dahil olan rüyalardan geçiyorum.
Böyle böyle eksilip, böyle böyle memleketin altmışlı yıllarında eskiyorum.
Şafak vaktini göğsümden söken bir çift göz; gülüp geçtikçe, bakıp durdukça, keder gecemin içine çakılı çivilere mazhar oluyor.
Tavanaralarında baskın sabahına binaen bir çift söz karalıyorum.
Ve ben hala geceleri gündüzlerden daha çok bekliyorum.
Zira; bu saatleri bana zehretriğinden beri, aynı zamanı kurşuna dizmek için çabalıyorum.
Alışılagelmişin dışında olan her şeyi alışılagelmiş portrelere sığdırdılar zamanla. Bir sabah uyandı insanlar ve isyana mahal veren sebepler değişti birer birer. Sigaralarını tuvalette yakanlar çay boylarını umumi tuvalet olarak kullandılar, 1971 kışından bahseden kahve ahalisi, bayram sabahını 35ekran Telefunkenlere bakarak karşıladı. Ufak semtlerin viran mesken mudavimleri caddelere kül doktüler, İdriskoru Köyü'nü asfalt üzeri egzoz -ki bu kelime memleket için büyük bir yaradır- kokusuyla harmanladılar.
Bense bir akşam, devrime gülen dişlerimi beton zeminlerde kırıp ağaçlık kuytulara çekiyorum bedenimi, yaktığım sigaralara agaçlar kibrit uzatıyor. Taşra ağzı bir türkü tütüyor kulaklarımda, öfkemi sol cebime saklayıp; hüznü, yorgun ağırlığıyla gövdeme denk tutarken sabaha karşı merkez camiinden okunan selada ismim geçecek mi şüphesiyle sırtımı tel örgülere dayıyorum. Yaşamak adına tüm ihtimaller bir kez daha tükenip gidiyor aniden.
Tanrım, ne ağır bir mukavemetle başbaşayız bu kuytularda! Dirseklerimde kan kavlayan çürüklerin vebalini kim ödeyecekse, o hesap gününe aldır beni. Bütün bu alışılagelmiş devrimin aksi tepkileri yordu bedenimi.
Kedi, sırtımı duvara yaslayınca; yere atlayıp bir şeyler anlatmaya çalışır gibi baktı suratıma birkaç saniye, ben de anlamış gibi yapıp bir sigara yaktım. Kapalı alanda sigara içmek prensiplerime aykırı zaten, ama şu meyhanede sigara içmeye yasak koyanların dirayetini anımsayacak olan bir topluluğun parçasıydım ben de. Saat üçtü girdiğimizde, hanım abla son şarkısını da söyleyip indi, sonra kaset çaldılar. Şimdi saat beş buçuk, Haşmet Başkan, İsmet Ağbi'ye meze yetiştiremiyor, ben sigara paketi kovalıyorum.
Benim aklımda tiyatroya gitmek gibi daha kültürel aktiviteler vardı aslında, İsmet Ağbi benden daha güzel düşünüyor. Sıkıldım artık bu mahşer günü provasından, ben meyhaneden çok meyhane sonrası gidilen işkembeciyi seviyorum.
Çöktüm kaldırıma, çektim tütünü. Ben orada sağlam bir kanıtla düşüncemi güçlendirdim, artık kesinlikle insan sarhoşken daha güzel muhabbet çıkıyor. Mesut Ağbi gelip "dön" diyince sigarayı uzattım, "öyle değil yavşak" dedi, "sırtını dön, duvara dayandın, bembeyaz olmuş bütün sırtın"
"Ne diye bağırıyon ki?"
"Lise tuvaletinde miyiz, sana sigara dön diyelim koçum? Sinirlenirim tabii, liseden tasdikname alan adama böyle şeyler söylenir mi?"
Bunu söylerken, içindeki, geçmişin sakladığı bütün öfkeyi anlayabiliyordum. Kitaplarda öyle söylediği cümleden falan anlarlar genelde fakat; ben sırtıma vuruşundan anladım. Cümleyle falan bir ilgisi yok yani. Sırtımı deldikten sonra, deliklere gözünü koyup karşıdan gelen iki kadını dikizleyecekmiş gibi bir heyecanla vuruyordu. Acele işe şeytan karıştırmaya kalmadan şeytan olmak için vuruyordu. Bizim memleketin insanlarına yaptığı işi unutturmak için soru soracaksın, tecrübeye güvenin siz. Üstelik yol kenarında, trafik ışıklarında sizi çevirip çiçek satmaya çalışan insanlara rastlarsanız garanti bir çözüm yolu olarak; adres sormayı tercih edin. Fakat konu şimdi bu değil.
"Ağbi seni niye attılar liseden?" dedim.
"Okulda torba tutuyorum diye. Böyle şey olur mu kardeşim Allah için ya! Okuyan adamsın, bilirsin sen; ben bütün yönetmeliği okudum, "öğrenci torba tutamaz" diye bir ifade yok! Hakkımı yediler, geleceğimi çaldılar oğlum benim."
"Haklısın ağbi. Torbacılıkta master, yüksekokul, ne varsa bütün imkanlarını çalmışlar elinden. Sistem böyle."
"Sen adamsın sen! Ulan bir sen anlarsın zaten! Aferin lan" gibi bir tavırla karşılandı resmiyeten mizahi cevabım. Ciddi olsak şaka sanıyorlar; şaka yapalım desek ciddi sanıyorlar anasını sattığımın yerinde.
"Ben de çok resmi evraklara 'çok yalnız hissediyom' yazıyorum ağbi, anlarım ben seni" dedim. Sanırım o anlamadı.
Sigarayı söndürüp, bu kez dirseklerimi duvara dayadım. Saçlarımın arasında avcumu gezdirip baş ağrımın geçmesini bekledim. Saçlarım. Yoktular. Mesut Ağbi sırtını dayamayı tercih etti. İntikam almak için fırsat ihtimallerim olduğuna sevindim bir an. Mesut Ağbi, içerde çalan şarkıya eşlik etmeye başlayınca ben de tutamadım kendimi;
"Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?"
Baktım olacak gibi değil, vazgeçtim. Mesut Ağbi de olacak gibi değildi fakat; duracak gibi de değildi. Yadırgar gibi baktım suratına. Anlamış olacak ki bir an o saçma sapan kaş hareketlerini bırakıp, anında matem dolmuş bir simayla bana bakıp;
"Ee, nasılsın aslanım?" dedi, çok babacan(!) bir şekilde de omzuma vurdu, sağ olsun.
"Yakışıklı,sen?"
"Güzel."
Çok güzel konu kilitliyordu herif. Muhabbete girememek branşında önder. Ağzını şapırdatıp sağa sola bakarak, babalık taslayabileceği cümleler arıyordu.
"Bana bak lan!" dedi, "sen, orada burada kendi kendine konuşuyormuşsun, doğru mu?"
Bir sinirle çıkıştım;
"Kim diyor ağbi? Allah için kim görmüş, kim diyor, bana niye demiyor anasını satayım? Orada burada kim var da kendi kendime konuştuğumu görmüş lan!"
"Tamam lan, şaka yaptım, yükselme öyle hemen."
Döndüm, sırtımı tekrar duvara yaslayıp yere çöktüm. Sabahçı kahvesi falan bulmak lazım geldi. Sabahçı kahvesi bağımlısıymışım gibi içten içe krize girdim. Birkaç garson, dışarı çıktı bana bakıp geri döndüler. Biraz sonra da İsmet Ağbi çıktı kapıya;
"Pişt! Kimle konuşuyorsun oğlum sen?" dedi.
"Mesut Ağbi'yle işte da!" dedim.
"Mesut kim oğlum, gel buraya."
"Hepiniz kafayı yemişsiniz anasını satayım" diye mırıldandım, içeri girip elimden geldiğince saygı çerçevesinde bağırdım;
"OY ASİYE ÇALIN LAN!"
Saat geceye vurunca evrene çaktığım çivileri kökünden söküp atan mevzulardan geçiyorum. On iki metrekarenin içine karanlık doldurup, şakağımdaki çiziklerden sızan kanı yudumlayan bir ağrı bu. Zihnimin içine kadar inen uğultulardan yol bulmaya kalkışıyorum. Üç kişi kalıyorum odanın dibinde, her taraf buhar. Silüetler ayaklanıp bu buhardan çığlık savuruyor cama karşı. Kafamı dayadığım duvarda gölgeler var, vapurlar var, radyolar var. Hayatı göremiyorum bu mesafeden. İnsan kıvılcımlarında kılıçlar barındırıyorlar, üstüme düşüyor, gövdemi bölüyor. Her sekiz solukta bir karartı. Zaman kavramı bu boka düştükten sonra hiçbir şey ifade etmiyor. Rüya derinliğinde, boyutsal bir ölüm koridorundan kargınalp misali geçilmiyor. Şuura işleyen her nedamet bir yumruk, duvarlar sızlıyor. Silüetler bir çığlıkla kapaklanıyor beton zemine, kafatasım bir yük vagonundan geçiyor, ağırbaşlılıkla.
Tenimden koparak tavanı çatlatan cinayetler var. Ruh ve bedenin birbirinden ayrıldığı bölgede sonsuz bir harp var. Galip olundukça kavramlar altüst oluyor. Ruh, bedeni katlediyorsa derin boyutta bir cinayettir bu. İntihar, bedenin ruha karşı bastırılmasıdır. Yani her toplum cinayettir biraz. Katildir, baki.
Kaos gürültüsünden ağır muhabbetler duyuyorum. Bir günahı göğsüme yazan cerh izleri aynalarda buğulanıyor. İçimi zor kallavi kuyu suyunda çuvallanıyor ay. Gerçeğe nüfuz eden tek bir cümle dahi yok. Gölgelerin boyu uzuyor, silüetler kaybolup diriliyor. Cesetler çürütüyorum avuçlarımda. İşte o zaman parmak izlerimde köklü sabıkalar çıkarsa şaşırmak söz konusu değil. Ruhumda ihtilaller oluyor şafak sökmeden. Bu devrimin yorgunluğu çenemi kitliyor. Daha sonra tiksiniyorum büyük harflerden.
Gözlerimde girdap olan uykusuzluk, kan ağlatan bir korkuya dönüşüyor. Şafak sökene kadar kaşlarım çatık ve ruhum alesta bekliyor. Bunu her gece bir kağıda kazımaya çalışırken defterleri delik deşik ediyorum. Beni anlamak için lisanların yetmediğini düşündüğümden anlatmadığım izdihamların her biri damarlarımda kanser gibi süzülecek her gece. Hiçbiri anlamayacak kim olduğumu.
Farzet ki ben, çok defa ölmüş olmama rağmen son ölümümde adınla doldurdum bu küfürlü sayfayı; ne tür bir sürgün bu, neden bu denli ağır hiç bilemeden. Kursağımda bir bozgun ki sorma gitsin! Kokunu duyar oldum ansızın tren istasyonlarında, terminallerde, metrobüslerde, Topkapı-Habibler hattını süren tramvaylarda. Bir sabah ansızın çıkıp dört duvar arasından, bu şehre kan kustum Haliç İskelesi'nde. Batmak üzere olan teknelerde kazılı artık ismin, bense batalı on yıl geçmiş yosunlu bir teknenin ıslanmamış tarafıyım mübarek. Yol yordam bilmeden, adres sormadan çıktığım yollar var, sabaha karşı ne kadar sigara yakıyorsam senin hatrına. Ben bu hatırayı yakmak nedir bilemedim, sorma! Şarkılar da bitermiş ya bir gün; son şarkı çalındı burada. Namlu gibi derin bakışlarından sıyrılıp şehre karışamıyorum artık.
Ben sana, bu sensizliğin hikayesini çok güzel anlatırım, böylesine kaybolmuşluğu da. Tutun bu yıldızlara, yıldızlar benim! Mazım bir akşam, bu fevri daralmışlığın üstüne bir söz yazıp duvarı yaktım Habibler'de, kan kavladı gövdesinde kargaların. Gülüp bu kente tepesinden, uzun bir sigara sardım, harman olup yandı. Bileklerimde kül bıraktım, kahpe kadehler devirdi İsmet Ağbi, Metin bu kavramın gölgesinde kaldı.
Bir şehri gurbet elleriyle boğmak, misal bir usturayla kanatmak bütün rivayetleri. Cefamız da bir sefamız da; sen hangi namlunun sürgünündesin? Bu vurgun yemiş sabahlar, bir çay ocağında yanan kitaplarla zift olup yitirdi rengini. Kursağımız dügümlendi kafadarlar birahanesinde, bilhassa son akşamın bir öncesinde. Şimdi çıkıp karşıma, o nizami bakışlarla, o eşrefin namlusundan çıkan gözlerinle baksaydın bana, ben bu gurbetin şafağından delaletini söküp ciğerime saplardım, yakılmak adına bütün olasılıkları bir bir hesaplardım.
Artık bir kuru tütüne basıyorum olmayışının aksi ihtimallerini, umudun tebessümünden dişlerini çaldım, maziye kardım. sana gelemem artık, bul şu dönüşü olmayan yolların birini, boynumun üstünde borcun var, sar şu ellerini.
"Düşük bütçeli dünyamda çok pahalı sevdim seni."
Yemin ederim bu sancısı bitmek bilmeyen ciğerimin kalemidir. Eyvallah!
yalnızlıklar, sıkıntılar derken ara sokaklara tek başıma dalıp günü yemekten gelen, oksijenin kasvet haliyle cebimdeki son paranın bir kısmını otobüs biletine yatırıp uzadım çanakkaleye. memleket havası çünkü bu, boru değil. orada burada birkaç insan tanırız, yüzümüz güler dedik. hatrı sayılır derecede de isteğime ulaştım diyebilirim. otobüste yanıma sıkı milliyetçi bir dayı oturdu. başladığından beri maltepe'den başka sigaraya el sürmemiş adamın milliyetçiliği sorgulanmaz, teklif dahi edilemez zaten. biga'da minibüs şoförlüğü yapıyormuş suat ağbi. henüz istanbuldan çıkmadan istanbul'un eski hallerinden girip süleyman demirel'den çıkardı muhabbeti. daha sonra televizyona gömülüp kemal sunal'a sardı. ilk mola yerinde birbirimizi kaybettik. ikinci molayı gelibolu'da, feribotta verdik. bu sefer tuttu kolumdan "çay ısmarlıycam, kaybolma" dedi. ikişer çay içtik, darbe muhabbetine daldık. çay ısmarlayan adam zaten iyi adamdır; ama iki çay ısmarlayan adama da kral demesek ayıp kaçar.
her neyse. sonuç olarak sabah 6 gibi biga terminal'de inip valizi sürükleye sürükleye idriskoru'ya taban vurdum. bize son durak idriskoru'dur zaten, ciddi anlamda. sabah namazından sonra amcam kahveyi açmış, dedemin amcaoğlu hasan aga da oturmuş sigara içiyordu. sokağa girince bir kadın "hasan!" diye bağırdı. "yenge ben adem" dedim, "adem aga'nın torun." askerden gelecek oğlunu bekliyormuş meğer. beni görünce heveslenmiş bir an. arka kapıdan bahçeye girdim. yağmur başladı hafiften. daha sonra hava ısınmadı zaten. birkaç gün tek başıma idare ettim. daha sonra saygıdeğer dostum doğukan'ı aradım. merkezde yeni açılan avm'de amca zoruyla çalışıyordu. "aga" dedim, "durumlar böyle, gel de çileye ortak ol." birkaç gün sonra bigabirlik arabalarına atlayıp geldi. o sırada kahvede ahmet ağbi vardı. neyin oluyor sorusuna bulduğumuz en son cevap "dedelerimiz kardeş"ti. "amca" dedim "atıver beni biga'ya kadar", kapattık kahveyi, çıktık biga'ya, doğukanı alıp çorbacıya, oradan da köye döndük.
asıl anlatmak istediğim olay da böyle gelişiverdi. ertesi gece bütün ışıklar kapanınca gömüldük kahvenin önündeki masalara. ben erkan oğur'dan girince muhabbetin seyri belli oldu zaten. sigara sigarayı kovalayınca dil çözüldü. girdi mevzuya. bir dostun iki senedir aynı konu üzerinden ıstırap çekmesine dayanmanın da bir sınırı var, o gece anladım. konuya derin girince "sus be çiki" dedim, "ben bunları ezberledim zaten, farklı bir şeyler konuşalım, ne bileyim, ara, konuş, heyecan olsun, bir elimiz ayağımız titresin, bunları konuşalım artık", yumruğu sıkıp masaya vurdu, "zaten gidiyorum, bir ara okula gelir konuşurum" falan dedi. "tarih tekerrürden ibaret, biliyon, dün acı çektin, yarın da çekersin" dedim. kalıplaşmış cümlelerimizden faydalanmaya çalıştım. "bunları biz söylüyoz, iyi hoş da, niye yapmıyoz amınakoyayım?!" dedim. iyice birbirimizi boğazlayacak duruma gelince bir iki saniye sustuk, ben telefona bakayım derken çevirdi numarayı, aradı. ilk çalış sesinden sonra küfrü basıp ayağa kalktım. sanırım çok fazla ideolojik yaklaşıyorlardı birbirlerine. suratı öyle bir hal aldı zira. konuşup telefonu kapatınca da bir garip oldu. insanoğluna ait bütün fonksiyonlar durmuş gibi. sonra birer sigara daha yakıp gömüldük tekrar erkan oğur'a. gece iki civarı uyuyan bütün tanıdıkları uyandırıp yarımşar saat vaziyeti anlatmaya çalıştık. emre'yi de aradık. onu niye aradıysak amınakoyayım. daha doğrusu emre'yi arayıp, cihad'ı niye aramadık? "BELKİ BİR GÜN UÇARIZ" gibi bir hayat anlayışına sahip iki herifiz, ne beklenir. çıktım toprağın zirvesine, "oğlum biz var ya, kesin uçarız, yeminle bak!" dedim.
o gece uyku tutmayınca sabaha kadar dedemin sakladığı bulmacaları çözdük. eşzamanlı olarak dört tane kavun yedik. bu vaziyette, sabaha kadar şarjım bitmemiş olsaydı o gazla eski sevgilimi arayıp evlenme teklif edecektim. muhtemelen reddedecekti. daha sonra kulağım çok çınlayacaktı. içimdeki hasrete damper damper üzüntü basıp zihnimi çöp edecektim. böyle düşününce daha az üzülüyorum.
sonuç olarak her gün iki-üç bulmaca çözerek emekli albaylar kadar yaşlanmaya böyle başladım. ve yemin ederim bu hikaye; eski sevgilime evlenme teklifinde bulunamayışımın hikayesidir. zaten şartlar da uygun değildi. şartlar uygun olsaydı belki beni tekrar sevmeye karar verebilirdi.
"Dios no te preguntará que modelo de auto usabas; te preguntará a cuánta gente llevaste"
elinde bir usturayla tüm suratı cerh edip su çarptı.
öfke mahzenlerinde kaçınılmaz bir eylemdir bu.
ağır.
eksik porselen kuponları, mika karyola, bozuk radyolar ve sinek vızıltısı; 18metrekarenin içine bordo perdelerden sızamayan güneş buz olup kansız yapar adamı.
oturdu.
kafatasının içinde sinek doğurdu.
dizlerini düğümledi.
bozuk radyolardan çıkan dalgalar kulağa ulaşana kadar sayısız silüete bürünüp linçe mahal yarattı.
beyaz futbol stüdyosunda muhabettin içine düşmek gibi.
geceyi sabaha bağlayan bileklerinde siyah boya lekeleri.
düğümlerle girdap olup günü tersine çevirmek adına bütün bir oda siyaha boyandı.
hep bir ağızdan tavana bakıldı.
18metrekarenin içinde sahilikten hariç 2eşgal yaratılmış gibi.
köşebaşında iki köpek vuruldu.
kafatasında cinayetler aklandı.
kafatasından bir çift gözçukuru var olup radyoya ulaşana kadar ses dalgası oldu.
caddede bir köpek daha öldü.
adam yargılandı.
1.eşgalin ayak bilekleri çizildi.
kapı gıcırdatıldı.
pasif bir eylem son raddede kaosa döndü.
gri.
bodrum katta bir köpek doğdu.
adam aklandı.
2.eşgalin kaburgaları çizildi.
rüzgar kımıldandı. yangın harlandı.
1.eşgal bölündü.
ses boğumlandı.
2.eşgal düşündü.
adam kendi mahkemesinde, sahip olduklarıyla yargılandı.
mahşer günü provası tamamlandı.
1.eşgal boğumlandı.
2.eşgal soyutlandı.
ses konuştu.
tanrı o gün hangi model araba kullandığını değil; onunla kaç kişi taşıdığını sordu.
cehennemde son köpek. öldü.
kadın girdap oldu. arası bozulmuştur çünkü, düzelir mi bilmem. bilmem bir çingene solan çiçeklerine böyle derin bakar mı. suratındaki sahilik, dalgalanmış bir bayrak kadar kutsal. sol bileğinden öteye gidemeyen kan, damarı boğup yumruk sıktırınca, kaş çatınca kalkan vapurdan halka, şimdi gitmek vaktidir. çünkü gitmek, bütün umutları çöp konteynırlarında bırakıp firar etmek demektir. umut etmek için takati kalmamıştır, kalmak için umudu.
amansızca yokuşlar tırmanır, elleri cebinde yıldız sayardı, şehre ara sokaklarından karışır, kafatasında kainata kördüğümler atardı. onu ben ne kadar buldum desem yok olur. girilmez karanlığına pişmanlıklarından. pusular kurulmuştur hücrelerinde. insan varlığından medet beklenemez olmuştur. ve pasif bir eylem başlatınca susmalar ruhunun kirişlerinde, şimdi gitmek vaktidir. kalmak umut etmektir çünkü.
bilinmez bir denklem, girilmez bir kuytu, içilmez bir şarap olmuştur. asılsız rivayetler kadar sıska etkiler doğurmuştur hatıra. kadın kainatın kabuklarını bileklerinden söküp hiç olmuştur adeta.
kasvet, teşebbüs ve tüfenk. grisi devrilmiş gökyüzünün altına uzanmış rivayetin sırrı mazın duvar boyalarına ince bir rüzgar gibi çizilmiş. geceyi bağrına saklayıp bakan ufuklarda dalgın, dehlizinde kaygı bir şehir. kavlayan kanın gövdesinden doğmuşum buraya bir akşam. artık eskimiş duvar saatlerine bakmadığı bir akşam kimsenin. bileklerinde bir kırgınlık ki; bıçak yarası kadar cesur, galip ve başıdik.
boğazımda bir şeylerin gecikmişlik tortusu. ağzımın bir kıvrımından mazi tükürmüşüm caddeye, kan düşünmüşüm. şarkılar yazılmış, okunan şiirlerin dilinde hep bir kuruluk, umutlar yakılmış, bahçeler boyunca çingeneler dile gelmiş, amansız bir kül doğup sabaha kadar harman etmiş karanfilden ormanları, sahile manzaralar birikmiş, banklar çivilenmiş uçlarına uçurumların. ağzı kuru bir isyan, mahali dilime bin çekiç kuvvetinde giz. kepenk indirilmiş caddelere gece vakti süzgün ışıklarla girip bir düşüncenin karanlığına yetemeden kayboluyorum istisnasızca. zihnimin yarıklarında saklı geçmiş, ilk öpüşlerim, kalp atışlarımda gayrinizami haykırışlar. parmak uçlarımda hayli zamandır bir kadin ismi; çürük teknelere, harabelere, manzaralara, kuytulara kazıdığım.
sahteliğini tükettiğim samimiyetten ırak, kapalı gülüşlerden istifade bir semte, bir akşam vakti doğup kaybolduğumdan beri gerçeğin arafında, mahşerin ortasında ismini haykırırken sesimi yitirmişliğimi hangi defter kabul edecek? bu hasret bitecek diyorum. bitecek bu hasret. sabaha karşı bir vakitte, bakarsın güneş katliamıma sebebiyet verirken yahut bir ustura bileklerime kan boşaltırken adını anmaktan kaygı duymayacağım. lakin böyle hasretlik kaldıkça zamanı da yitiriyorum. bana yardım etmeni değil, beni uçuruma bırakmanı istiyorum.
KULE, İRTİFA KAYBEDİYORUM!
bir gece bütün yeryüzüne aynı niyet empoze edilmiş gibi yorgunluk mazeretiyle yattık yataklarımıza, sen istanbul'un bir köşesindesin, ben çanakkale'nin bir kuytusunda. daha sonra garip zaman dilimlerinde kayboluyoruz aniden; oysa dünya mahalinde ayık durumdaysan zaman tereddüt ederek akar. fakat biz öyle bir zaman diliminden bahsetmiyoruz. oturduğun koltuktan duvar saatinin yelkovanını akrebini birbirine karıştırıp çift görmek, saatin kaç olduğunu çözememek gibi bir şey bu. köpekler olağanüstü bir kurul toplantısı sonucu birleşip belli olmayan nedenlerle aynı anda -sarhoş olup şişli sokaklarına içini döken ihanete uğramış insanlar gibi- havlamaya başladıktan yarım saat sonrasına kadar zaman tereddütle aktı; daha sonra göreceli bir şekilde durdu. ben o karanlık ve sonsuz zaman dilimden akşamüstüne ulaştım, hiç bilmediğim bir tepeden, hiç bilmediğim bir tasarımın içinde, bilindik fakat hafızaya tam yatkın gelmeyen bir manzaraya bakarken emin olduğum tek sey çayın bayat, seninse hala kalbimde çarpıntı yapacak şekilde güzel olmandı. bundan elli yıl sonra, bugüne dönmüşüz havası hakimdi atmosfere. nereden başladığını bilmediğim bu hikayede başrole ruh kattığımda -ki belki başka bir zaman diliminde, başka bir alemin başka bir manzarasında bunlar yaşanıyorken, bu dünyadaki mesaimin bitmesi üzerine o alemdeki bedenimde ek mesai yapıyordum- aynı manzaraya bakarken farklı şeyler görüyormuşuz gibi şaşkındık. ben uzun bir yazıya son noktayı koymuş gibi arkama yaslandım, sense kendi manzaranda bir şeyler arar gibi, ufak yazıları zar zor okur gibi gözünü kısmış bakıyordun karşına. sana dokunmak adına tum ihtimaller, kendini bir kibritin kavında tutuşturmuş gibi uzaktı bana, gozlerine bakmak istedim. bazen öyle olur çünkü; insan yanacağını bile bile defalarca atlar aynı yangına. olsun. o yangında çok defa kul oldum, delinecek yeri kalmamış bir kalp, delinecek yeri kalmadığı için cesurdu bu kez; delinmekten korkmadığı için değil. "senin bu varlığın" dedim bir anda, kuracağım cumlede isteklice fakat zaman hususunda isteksizce. "senin bu varlığın, bu duruşun, şu eşrefin namlusuna sürülmüş bir mermi kadar nizami bakışların, hala bana vurgun" bir şey söylemeden, ilahi bir güçle yan yana geliyoruz, sen şu cığlık gibi beline uzanan saçlarını omzuma yaslıyorsun. saçlarında beyazlar var. saçlarında altmış altı yaşına gidip dönerken, gençlik saçlarını gelecek zaman diliminin gardrobunda unutarak, alel acele geçmiş zamana çıkmışlığın beyazları var. saçlarına bakınca göğüs kafesimden parlayan yıldızlar kayıyor yeryüzüne bir bir. " ne bu hal" diyorum, "sana ne yaptılar?"
"uğraştım, çok uğraştım, çok boya sürdüm, sosyal medyadan takip ediyorsan çok uğraştığımı bilirsin, o yüzden böyle oldu"
"hala aynı kokuyorlar, canımdan can gitti bu halde görünce"
"üzülme, alıştım ben artık"
saçlarına uzanmak isterken şehrin kızıllığından geçip ufka mesken kuran gün ışığını iki parmağımız arasında tutup batıdan doğuya birkaç saat mesafesinde hareket ettiriyoruz. hayalgücünden mahrum başka bir tasarımın içine dalıyoruz. hadımkoy sanayi sitesi sokaklarından hallice bir yolun kenarından göğee dogru uzatılacakken "na'pıyoz biz usta?" diye düşünerek, yolun yarısında kapı koyup inşaatı eve çeviren işçilerin -ki bunlar kesinlikle ilk düşünen insanlar olmalı- emeği sonucu olan bir merdivenin, üstten dördüncü basamağında oturuyoruz. hiçbir şey konuşmak istemiyorum, çünkü insan en küymetli zamanlarını en tatmin edici şekilde geçirmek istiyorsa susması gerekiyor. ancak sustuğu zaman değerini anlıyor insan bu yalanın. paketteki son sigarayi içmek gibi bir şey bu meret de açıkçası. çok geçmeden basamakların sonunda, kaybettiği bir ingiliz anahtarını arıyormuş gibi telaşlı, bıyıklı, kırmızı tulumlu ve hayatımdan ister istemez geçmiş birkaç kişinin, bir bedende özdeşleştirilmiş hali bir ototamir ustası beliriyor; aynı zamanda ankara'dan istanbul'a kadar ingiliz anahtarı aramış kadar da yorgun. ben bu zaman dilimden pek bir şey anlamadan kendimi tekrar sonsuz karanlığa bırakıp, bir kuyudan aşağı düşmek istiyorum. yarı yolda bir el tutup beni kollarımdan, alışılagelmiş bir istanbul caddesine atıyor. yanında yüzlerce araba trafiği kitlerken, senin sessizliğinde boğulup, bakışlarınla kulağımı tıkadığımdan hiçbir sesi işitmiyorum. evet, kesinlikle ben yaptığımdan, kulaklarımı ben tıkadığımdan. sen bu oyunda benim şekillendirdiğim kadarsın, ben istediğim için her saniye aklımdasın, ben sevdalandığım için kalbimi delik deşik ettin. ben bunları düşünürken, düşüncelerimden kırılmış gibi uzaklaştın benden. kaybettim seni. telaşla seni ararken zamanı da kaybettim. batan güneşi doğuya çekip karşıma aldım seni. sarhoşken, kaybettiğim evin anahtarını bir anda bulmuş gibi heyecanla koştum sana. bu sıralarda seni gördüğüm her saniyenin sancısını anlatmayı es geçtim, bunların yalnızca bana özgü olmasının yanısıra; bu bir hikaye metni, duygusal içerikli bir yazı yahut şiir değil. fakat başka bir zaman konuyu bu taraftan da ele alabilirim, bugün değil, bu yazıda değil. bu yazıda seni karşımda bulduğum zaman sana doğru koştuğumu anlatıyorum. heyecanla koşup ellerinden tutmak istiyorum. gülünç bir ifadeyle bakıp, "ne bu heyecan?" diye soruyorsun. gayet düz, hiçbir edebi yanı olmayan cümlelerle. "sen" diyorum, "sensizken, kimleri sen sanıp nasıl heyecanlandığımı ne bilirsin ki! bırak da sen olduğundan eminken içimden geldiği gibi koşayım!"
sonra birden, bütün zaman dilimleri aynı karara varıp, "bu alemde de mesaisi bitti, yollayın boşluklarda kaybolsun bir müddet" diyerek karanlığın ortasına bırakıyor beni. daha sonra sen uyanıyorsun, ben hikayeyi terkediyorum. bunun benim rüyam olduğunu kabul etmiyorum. ve bunu kimse bana ispatlayacak kudrete sahip değil. sen uyandığın için bitti bu hikaye. zira bana kalsaydı o zaman dilimlerinden birinde kalıp, sonsuza kadar ek mesai yapmayı yeğleyecektim; bu yüzden dahi olsa bu benim rüyam değildi. bense senin gitmen üzerine kaldığım boşlukta, arkadaşı ölen çocuklar kadar ağır sıkıldığımdan kurtuluyorum bu karanlıktan. hiç bilmediğim bir koridorda tanıdık simalar beliriyor gözümün önünde, hiçbir şey henüz tam değil ve tek emin olduğum konu çayın bayat gelmiş değil, benimle birlikteyken bayatlamış olması. gözlerimi diktiğim duvarla arama giren bir ses "günaydın" diyor, "rüyamda onu gördüm, sana telefon açıyordu. uyuduğun için ben açıyordum telefonu." ne lan bu, saka mi?
"hass ick dir!" diyorum sadece. işte benim rüyam da bu olmalı. sanırım zaman dilimleri yaşlanıyor, zamanla yanlış senaryolarda kayboluyoruz. "saat kaç?" diyorum, "çay var mı?"
"BUGÜN HAYATIMIN EN GÜZEL GÜNÜYDÜ HAKKI"
dünyanın olağan seyrine, en derin saygımı sunarak, gözümün içine içine giren güneşi katletmek isteğiyle uyandım. güneş, bazılarına zafere denk vaadler verirken bazılarına da zehir zıkkım oluyor böyle. geceyi tutup sessiz bir avluda mesken etmek istiyor gibi bir hale bürünüşümün sayamayacağı kadar unuttuğumuncu günündeyim. her tarafım eksik. en az üç kişilik bir yalnızlığın avuçlarındayım. kahvaltı niyetine dün akşamdan kalma yarım ekmeğin içine beyaz peynir-domates koyup yedim. kahvaltı etmek istediğimden değil, aç karnına sigara içmemek için duzenlediğim bir eylem bu. ekmeği bitirir bitirmez pakete uzandım. gözkararı baktığımca altı-yedi sigara vardı içinde, elimdeki hariç. yakıp derin bir nefes çektim sigaradan. ve gün başladı. ufak çay bardaklarından birine demli bir çay koyup telefon rehberime baktım. gereksiz, belki, çok küçük bir ihtimal lazım olur diye bırakılan numaraları saymazsam üç kişi vardı. ablam, annem ve hakkı. belli bir yaştan sonra, hal hatır sormak dışında annelerle yapılabilecek tek konuşma duygusal içerikli diyaloglardır. esgeç. ablam evlenip çoluğa çocuğa karışalı yıllar olmuş. sağ olsun enişte bey incelikli adamdır, bir dediğini iki etmez ne ablamın ne yeğenlerin. çoluğa çocuğa karışmış bir ablayı her zaman arayıp bir yerlere kahve içmeye davet edemezsin. hakkı bu saatte sağlık ocağındadır. sekiz aydır bu saatlerde orada hademelik yapar. çok kez beni de aldırmak istedi yanına. yalvardı yakardı kaç hafta. ben ki hastane koridorlarına hususi ve özel, bir o kadar da saygı çerçevesinde nefret kusan adam, olacak iş degildi. işsiz olmayı yeğleyip gömüldüm 1+1kiralığıma. başım sıkıştıkça iki-üc gün bir işe girer hallederim. pederin vefadından kalan mirası bankaya yatırıp her ay maaş niyetine belli bir miktar çeker, ihtiyacım olduğu kadar harcarım. kimi zaman da annemin eline bakmak zor gelse de, otururum dizine, anlatırım sıkıntımı. tabii bu kadar rahatlık, aylaklık adamı belli bir yaşa kadar idare ediyor. böyle aylak adama kim kız verir lafını yediğin zaman ağırına gitmeye başlıyor tabii bir yandan. ama fıtratta bu varmış, ne yapayım. hangi işe elimi atsam bir bokluk başımda tünüyor. uzun zamandır varı yoğu tekne almaya adayıp, her şeyi bırakmayı düşünüyorum. sadece düşünüyorum. bu tür şeylerde icraat kolay olmuyor. bu yaşımda devlet memurlarının emeklilik hayalleriyle benim hayallerim arasında bir fark bulamıyorum. yirmi-otuz yıl çalışmış da hayattan yorulmuş gibiyim.
elimde avcumda olanlara güvenerek bir kadına aşık olmaya karar verdim iki yıl önce. müjgan. bu aylaklık da o zaman dokunmaya başladı bana. evlenme kararı aldıgım zaman çevremdeki herkesin sevinmesini bekliyordum. çevremdeki herkes altı-üstü birkaç kişiydi zaten. fakat herkes bu kararı yüzüme kararsızca bakarak karşıladı. işsiz gücsüz adama kim kız verirdi sahiden. olsundu, bir yoluna bakardık. olmadı bulurdum bir iş evlendikten sonra. olmadı. zaten hayata vurgun yapmak da öyle kolay olmuyordu. önce müjgan'ı ailesi vermedi, daha sonra müjgan benden umudunu kesip bir yıl sonra başkasıyla evlendi. üstelik dügün davetiyesinin üzerine incelikle adımı yazıp evime postayla yollayarak. o kapı da postacıya açıldıktan sonra bir ay boyunca hiç açılmadı. bir ay sonra, dügün günü, dolabımdaki en güzel takımı -ki ablamın düğününde aldığım, tek takımımdı- üstüme geçirip çıktım evden. hakkı'yı da alıp selami ağbinin tornacıya geçtik, mazın bir rakı sofrası kurup ağlandık bütün gece. bir daha kalbimin üstü hep çizik kaldı böyle. o günden sonra hiçbir yanım da tamamlanmadı. daha sonralarda bir kere gördüm müjgan'i.kocasıyla, haftada en az bir kere uğradığımız çay bahçesine gelmişlerdi. bir daha da göremedim. görmek istediğimi de zannetmedim hiç. yine aynı aylak tavırla devam ettim hayatıma 1+1kiralığımda.
telefon rehberimin eski acılarıma dem vurduğunu farkedince telefonu kapatıp masanın üzerine bıraktım. televizyonun karşısina geçip ne göstediğine bakmadan değiştirdim kanalları. bu saatlerde televizyonlar ev kadınlarına çalışır zaten. bana ters düşüyor bu yayın akışları. bir kanalda lama belgeseline takılıp yarım saat boş gözlerle baktım televizyona. ben ki dört duvar arasında tıkılıp kalamayan adamım zaten, cüzdan-anahtar-telefon üçlüsünü cebime atıp çıktım dışarı. kerim ağbinin kuruyemişçiden bir paket sigara aldım. meydandaki çaybahçesine oturup fincanda çay söyledim. yarısında soğudu, bıraktım. oradan caddeye kayıp tanıdık suratlar görme umuduyla tam yedi tur dolandım caddede. nafile. çay bahçesine geri döndüm. çınarın altına geçip bu defa küçük bardakta bir çay istedim. hepsini içtim. sokağa döndüm. salih memurun kahvehaneye oturdum. eski polis memurudur salih ağbi. emekli olunca devraldı burayım memur adama emekli olunca oturmak zor gelir diye. dışarıya üç tane ufak masa atmıştı yaz günleri için. oturdum. içeride batak, okey oynayan iki-üç masa dayı ve zaruriyetten yancılık yapan iki ufak torundan başka kimse yoktu. orada periyodik zaman aralıklarıyla yedi çay içtim.çift sayıları sevmediğim için yedi. hava kararınca hakkı'yı aradım. iki saat sonra selami ağbi'nin tornacıya sözleştik. içkiler hakkı'dan, ben de alçakgönüllü olmak için birkaç abur cubur alacaktım. iki buçuk saat sonra tornacıya geldi hakkı. masayı kurduk. selami ağbi anahtarı bize bırakıp eve geçti. "bugün hayatımın en güzel günüydü hakkı" dedim. kepenk indirip geçtik içeri. sohbete giriş cümlelerinden sonra "benim aysele şiir yazmam lazım" dedi. ama söylerken öyle bir tavir takındı ki; bu cümleden sonra ağlamam gerektiğini düşündürdü.
"bizden ala şair mi var hakkı?"dedim
"doğrusun ağbi, o yüzden yalnızsın ya zaten"
"taşak geçme oğlum, tercih meselesi bu"
"müjgan yengenin seni terketmesi de mi senin tercih meselendi aslanım?"
"saptırma mevzuyu, ver kalem kağıt"
"boşver ağbi, sen içmene bak, ben hallederim"
"lan ver!"
istemeye istemeye uzattı kalem kağıdı. kafamı topladıktan sonra kağıda gömüldüm. zaman zaman kafamı yukarı kaldırıp, vahiy gelmiş gibi bir iki saniye bekleyip, aşklı meşkli cümleler sayıkladım. en sonunda kağıdı hakkı'ya uzatınca suratı ekşidı, eyvallah çekip kağıdı cebine koydu.
"kız şiirden hoşlanıyormus ağbi, bizim gibi sıgırlardan değil yani. romantik olmak lazımmış. biraz odunluk da olacakmış ama öyle bıktıracak seviyede değil. orantılı olmak lazımmış. ben orantı kelimesini en son orta okulda duymuş adamım ağbi, kızın istediği şeye bak. benim bu kıza kendimi bir şekilde sevdirmem lazım. bu sevda başka sevda. uzaktan uzaktan nereye kadar."
"bak aslanım, kadınlar..."
"aman ağbi, sen boşver kadınları falan, senin nasihatlere kalıp da senin gibi kalmaya niyetim yok vallahi"
"benimki tercih meselesi diyorum oğlum, niye anlamıyon? saptırma konuyu sen"
hafif kendimi kaybettikten sonra gündelik muhabbetlere döndük git gide. futboldan, devletten, işten güçten, mahalleden konuştuk.
"ee ağbi" dedi hakkı, "sen ne yaptın?" düşündüm bir müddet. bir iki dakika sonra suratına bakıp güldüm.
"bugün hayatımın en güzel günüydü hakkı!"