Ona, tek cümleyle hayatı arşınla dediğim zaman susuyordu, duyuyordum.
Vapur sesleri martıları bölebiliyordu; bizi değil.
Zamana olgun tevazularla yaklaşamıyordu ki garipsenecek olgular dokunsun suratına.
Rüzgar bile yalpalıyordu zaman zaman, uçuşmuyordu saçlarında.
Bizim bulacağımız yollar vardı, polis telsizlerinden anonslarımız vardı, gına vardı.
Tortulaşamıyorduk da kalıplarımızda.
Buzul mavisinden çekiyorduk okyanusları.
Cebir müessesesinde ek mesailer bileniyordu kuşkularımızla.
"Peki ya olacaksa?" diyebilmek gibi omzumuzda bir pankart.
Yeminler edip susabiliyorduk ancak.
Devrimlerin ağışını biliyorduk.
Halka iniyorduk.
Ki sen; biliyordun ki o bıçaklarla açtığımız yaraları, patolojik sevişmelerimiz dahi kapatamıyordu.
-Seni sevmek yürek isterdi; biz canımızı ortaya koymadık mı?-
Tekrar bir sahil oluyorduk, ölen çoçuklarla sarıyorduk gecelerin buğusunu.
Memleket kere kalaylanıyordun kirpiklerinden.
Porsuk insanlaşmaları biliyordun.
Sivil toplumun cefasını biliyordun.
Özgürlük biliyordun, ruhun bileniyordu.
Direnmek kere caddeler biliyordun.
Umut ederken dudaklarımız çatlıyordu.
Halka iniyorduk.
Ben inkılâbın getirilerine sövüyordum, alışamıyordum.
Sana göğsümden kopan yaşamdan, hükümsüz savrulduğum ayazdan anlatıyordum, duyamıyordun.
Misal, "biz hiç var olmuyoruz" diyorum sana "filhakika"
-"Zaten beni saymasan, sana ne yakışmaz Allah var."
Kurşun kalemler kere halkın bağrına diziliyorum.
Yamalı kazaklarından bir simitçinin, ya da bir balıkçı beresinden halka iniyorduk.
Saçlarından, kırılgan isleri o adamlar toplayamıyordu.
Yani devriliyordum bir masaya harman oluyordum.
Ki yaşasaydım; saçlarımı yolmadan doğardım güne.
Peki.
Galata'sında şehrin, kanamazsın diye öpemediğin sevdaların da yok mu senin?
Ya da ne bileyim, özgür olmak için kavladığın yaraların, yaradanlıkların?
Bir dakika düşünmenin dahi ağırlığı parmak izlerine dokunmadan kaçamadığın bir kavgan yok mu bu şehirle?
Üsküdar iskelesinde beklemek gibi -kar, kış, kıyamet- yorgun gözlerin?
Bana, paltom ağırlığında çağdaş imtiyazlar kurgulanmıyor oysa.
Bir kahvehane baskınından bakınıyorum manzaralara.
Ölümü, Sa'd-abâd'e bırakıp kaçacak bir mukadderat benimkisi.
Ancak, biliyorsun ki; ben dahil, hiçbir insanlığım korkmuyorlar.
İktidarı, kavga değil; resital bilen fikriyata kafa tutan benim kanım.
Soyumdan kopamadan sarılamamaktır sana bir nevi.
Fakat; nokta koymak duygulara özgü değildir literatürde.
Bu yüzden düşlerim var.
Bu yüzden sızlıyorlar.
Home
Archive for
Kasım 2015
İncelikli hesaplar dokuyor Mahmut Aga kahvehanede.
Büyük oğlandan,
Aga'ya bir buket düğün masrafı.
Küçüğü durur mu
Sıkıntı çok,
Zat-ı alii kanser hastası.
Oturmuş bir banka
Ha içiyor, ha içiyor!
Kahvehanede Aga ince hesaplar dokuyor.
Memleket perişan, sefil, keşmekeş
Bir de halk
Malum;
Ne haysiyet kalıyor, ne şeref
Haraca haraç, peşkeşe peşkeş!
Açmadı ya zamanında bir birahane be!
Bundan;
Aga ince hasaplar dokuyor kahvehanede.
Fabrika, kahırdan duman
E kalbi var Aga'nın
Anlayacağın mevzu yaman mı yaman!
Gün geçmiyor şayet olmayacaksa bi' arbede
-ilaveten-
İnce hesaplar dokuyor Aga kahvehanede.
Derbederi olmuşuz yani şehrin
Kent - orospu
Memleket - kerhane
Para - pezevenk
Bulamıyoruz lan artık şu sokaklarda bi' delalet
Gözlerin aynası, sevdadan buğu
Hasret olmuşuz zaten; e harmana davet
Sevdiğim yaren vurulmuş
Nişan günü
Vaktidir artık umursamamanın;
Ne açmayan gülü, ne ötmeyen bülbülü.
Giren-çıkan kalın kalın yol almış yani birader
Aydınlık, artık kalıyor makbere
Aga hâlâ ince hesaplar dokuyor kahvehanede.
Büyük oğlandan,
Aga'ya bir buket düğün masrafı.
Küçüğü durur mu
Sıkıntı çok,
Zat-ı alii kanser hastası.
Oturmuş bir banka
Ha içiyor, ha içiyor!
Kahvehanede Aga ince hesaplar dokuyor.
Memleket perişan, sefil, keşmekeş
Bir de halk
Malum;
Ne haysiyet kalıyor, ne şeref
Haraca haraç, peşkeşe peşkeş!
Açmadı ya zamanında bir birahane be!
Bundan;
Aga ince hasaplar dokuyor kahvehanede.
Fabrika, kahırdan duman
E kalbi var Aga'nın
Anlayacağın mevzu yaman mı yaman!
Gün geçmiyor şayet olmayacaksa bi' arbede
-ilaveten-
İnce hesaplar dokuyor Aga kahvehanede.
Derbederi olmuşuz yani şehrin
Kent - orospu
Memleket - kerhane
Para - pezevenk
Bulamıyoruz lan artık şu sokaklarda bi' delalet
Gözlerin aynası, sevdadan buğu
Hasret olmuşuz zaten; e harmana davet
Sevdiğim yaren vurulmuş
Nişan günü
Vaktidir artık umursamamanın;
Ne açmayan gülü, ne ötmeyen bülbülü.
Giren-çıkan kalın kalın yol almış yani birader
Aydınlık, artık kalıyor makbere
Aga hâlâ ince hesaplar dokuyor kahvehanede.
Toparlandım. Beni anlatabilecek en süslü cümleleri ceketimin sol cebine koyup girdim hikayeye. Yazar, bir sokak çocuğunun yükselişini anlatan bir kitap yazmayı amaçlıyordu. Haftalardır hikayedeki karakterleri izliyor, onlara imreniyordum. Yazar, sırasıyla bütün dostlarımı yazarak onlara en fiyakalı rolleri verdi, gözlerini kör etti.
Mikail, büyük bir şehrin belediye başkanı oldu, rüşvet almaya başladı, paraya boğuldu. Feridun, kumarbazken herkesin elinin tersiyle ittiği bir adamdı, kumarhane sahibi olunca saygıdeğer bir kişilik oldu. Hayati, yıllarca dünya ticaretine babalık etmiş bir sülalenin oğluydu, holdingin sahibi oldu, vergi kaçakçılığı yaptı. Haluk, kumarhanelerde, son zamanların en gizemli adamlarından biri oldu, kimsenin kaynağını çözemediği paralarla oynadı. Öztürk, başbakan oldu, memleketi gırtlağına kadar borca sokup meydanlarda bağırdı, kameralara gülümsedi. Hasan, kitabın ana karakteri, sokak çocuğuydu, en sefil rollerden birini almasına rağmen, ana karakter egosu vardı Hasan'da. "Ben olmasam bu hikaye olmaz" gibi cümleler kurardı bana geceleri.
Ben, bu sahnenin dışındaydım her zaman. Onlar yazıldılar, kurgulandılar, şekillendiler; bense alaca karanlıktan onları seyrettim. Kitabın kırk sekizinci sayfasında, yazar, beni kurgulamaya başladı. Sevinçliydim. Sonunda ben de bu hikayede bulunacaktım. Böylelikle mertebemi yükseltecek, eski dostlarımın arasına tekrar girecektim. Olması gereken budur değil mi?
Yazar, beni kurgulamaya başladıktan sonra hikayeyi çok boşladı. Her gün en az iki saat oturup, üstünde çalıştığı hikayeye, haftada bir-iki kez bakmaya, yazdıklarını birkaç saat sonra silmeye başladı. Her gün içiyor, kafasındaki hikayeyi birbirine katıyor, karakterleri karıştırıyor, sürekli alakasız şeyler yazıyordu.
Bense bu hal gereği pek müptezel hissetmeye başladım kendimi. Benim gibi isimsiz, kalıpsız, biçimsiz iki arkadaşımla daha oturup, olan bitene üzülüyorduk. Sürekli şekillenip, sıfıra düşüyorduk. Bu halden iyice sıkılıyordum.
Fakat; nihayet, bir gün yazar odasına girdi, masaya oturdu ve beni yazmaya başladı. Heyecandan iki büklüm oluyordum, yarım yamalak konuşuyor, kekeliyor, sürekli terliyordum. Belediye başkanının karşısındaydım. Kitabın on ikinci bölümü benim belediye binasına girişimle başlıyor ve beni hikayeye katıyordu.
Zengin, havalı, yakışıklı, tüm medyanın etrafında olduğu bir sanatçıydım. Şarkılar yazıyor, klipler yayınlıyordum. Hayran kitlem beni sokakta görmek için can atıyordu. Üstelik, her gece farklı bir kadınlaydım. Bir anda o eski biçimsizliğimden kurtulunca eski dostlarımı tanımaz oldum. Ancak; Mikail ve Öztürk'ün önünde iki büklüm oluyordum hala. Kirli çamaşırlarımı göz önüne çıkarmamaları için uğraşıyordum.
Hikayeye gireli üç sayfa olmuştu, Mikail'in önünde iki büklüm olup dışarı çıkınca, Hasan ve onun gibilere cebimdeki süslü cümleleri, küçümser bakışları kullanıyordum. Pahalı arabalar alıyor, ucuz şoförler tutuyordum.
Daha sonra, beklenmedik bir anda, anlamadığımız bir sebeple, hepimiz silinmeye başladık. Yazar, tekrar her gece içmeye başladı, her şeyi terslemeye başladı. Tüm karakterleri, tüm kurguları teker teker silmeye başladı. Hepimiz, bir anda sıfır olduk. Eski dostlarımın hepsini ancak bu şekilde kazandım. Tekrar aynı karanlık zamanlara, aynı biçimsizliğe büründük.
Yazar, her gece yatağına uzanıyor, kafasında binbir çeşit kadın karakterler kurgulayıp ateşlere atıyordu. Bizim hikayemiz bu kadardı. Hiç tamamlanmayacaktık. Bir sıfatımız, bir biçimimiz varken yazarın gözünde her şeydik; kendi dostlarımızın gözünde sıfır. Şimdiyse biçimsiziz, dostluklarımız var fakat; yazarımızın gözünde hiçbir şeyiz artık. Bir yandan alırken bir yandan da kaybettik sürekli.
Siz insanoğlu için de dengede durabilmek böyle zordur. Bir şeyler kazanmak istiyorsanız kaybetmeyi göze almanız gerekir. Dostluklarınız her zaman duruma göre şekillenir. Gururunuz -aptalca utancınızdır aslında- sizi her zaman bir adım geriden götürür. Fakat; biz şanslıyız. Her hikaye bir gün bitecek ve biz sıfırlanacağız, kendimizi bulacağız, eskiye döneceğiz, hiçbirimiz "nerden nereye" diye düşünmeyecek. Sizin şanssızlığınızsa; bir gün hikayeniz bittiğinde sıfırlanacaksınız; fakat eskiye dönemeyeceksiniz.
Bana gelince. İki hafta sonra, yazar, farklı bir hikaye yazmaya başladı. İlk oluşturduğu karakter bendim ve bu sefer hikayede bir sınıfsal ayrım yoktu. Herkes aynı mahallenin insanıydı, eşitti. Tüm dostlarım teker teker girdi hikayeye. Daha sonra, seksen ikinci paragrafta, Hayati ve ben bir tren istasyonuna gittik. İstasyon kalabalıktı. Hayati kalabalığın içine karışıp babasını öldüren adamdan intikam aldı, ben şaşkındım. Soğukkanlı bir şekilde, yedi silahlı adamın içine daldı, bıçağı soktu ve koşa koşa döndü. Ne olduğunu anlamadan bıçağı kendi elimde buldum. Hayati'ye baktım, koşarak gözden kayboldu. Önüme döndüm, göğsümden üç, bacağımdan iki kurşun yedim. Canım yanıyordu. İhanetten mi yoksa kurşunlardan dolayı mı bilmiyordum. Yazar, bunu okuyucuya "hangisi?" gibi bir soru kalıbıyla yöneltmişti. Bense bu hikayede bu kadardım. Bir hayatım da böyle bitmişti.
-Bitse ne olur,
bitmese ne?-
Mikail, büyük bir şehrin belediye başkanı oldu, rüşvet almaya başladı, paraya boğuldu. Feridun, kumarbazken herkesin elinin tersiyle ittiği bir adamdı, kumarhane sahibi olunca saygıdeğer bir kişilik oldu. Hayati, yıllarca dünya ticaretine babalık etmiş bir sülalenin oğluydu, holdingin sahibi oldu, vergi kaçakçılığı yaptı. Haluk, kumarhanelerde, son zamanların en gizemli adamlarından biri oldu, kimsenin kaynağını çözemediği paralarla oynadı. Öztürk, başbakan oldu, memleketi gırtlağına kadar borca sokup meydanlarda bağırdı, kameralara gülümsedi. Hasan, kitabın ana karakteri, sokak çocuğuydu, en sefil rollerden birini almasına rağmen, ana karakter egosu vardı Hasan'da. "Ben olmasam bu hikaye olmaz" gibi cümleler kurardı bana geceleri.
Ben, bu sahnenin dışındaydım her zaman. Onlar yazıldılar, kurgulandılar, şekillendiler; bense alaca karanlıktan onları seyrettim. Kitabın kırk sekizinci sayfasında, yazar, beni kurgulamaya başladı. Sevinçliydim. Sonunda ben de bu hikayede bulunacaktım. Böylelikle mertebemi yükseltecek, eski dostlarımın arasına tekrar girecektim. Olması gereken budur değil mi?
Yazar, beni kurgulamaya başladıktan sonra hikayeyi çok boşladı. Her gün en az iki saat oturup, üstünde çalıştığı hikayeye, haftada bir-iki kez bakmaya, yazdıklarını birkaç saat sonra silmeye başladı. Her gün içiyor, kafasındaki hikayeyi birbirine katıyor, karakterleri karıştırıyor, sürekli alakasız şeyler yazıyordu.
Bense bu hal gereği pek müptezel hissetmeye başladım kendimi. Benim gibi isimsiz, kalıpsız, biçimsiz iki arkadaşımla daha oturup, olan bitene üzülüyorduk. Sürekli şekillenip, sıfıra düşüyorduk. Bu halden iyice sıkılıyordum.
Fakat; nihayet, bir gün yazar odasına girdi, masaya oturdu ve beni yazmaya başladı. Heyecandan iki büklüm oluyordum, yarım yamalak konuşuyor, kekeliyor, sürekli terliyordum. Belediye başkanının karşısındaydım. Kitabın on ikinci bölümü benim belediye binasına girişimle başlıyor ve beni hikayeye katıyordu.
Zengin, havalı, yakışıklı, tüm medyanın etrafında olduğu bir sanatçıydım. Şarkılar yazıyor, klipler yayınlıyordum. Hayran kitlem beni sokakta görmek için can atıyordu. Üstelik, her gece farklı bir kadınlaydım. Bir anda o eski biçimsizliğimden kurtulunca eski dostlarımı tanımaz oldum. Ancak; Mikail ve Öztürk'ün önünde iki büklüm oluyordum hala. Kirli çamaşırlarımı göz önüne çıkarmamaları için uğraşıyordum.
Hikayeye gireli üç sayfa olmuştu, Mikail'in önünde iki büklüm olup dışarı çıkınca, Hasan ve onun gibilere cebimdeki süslü cümleleri, küçümser bakışları kullanıyordum. Pahalı arabalar alıyor, ucuz şoförler tutuyordum.
Daha sonra, beklenmedik bir anda, anlamadığımız bir sebeple, hepimiz silinmeye başladık. Yazar, tekrar her gece içmeye başladı, her şeyi terslemeye başladı. Tüm karakterleri, tüm kurguları teker teker silmeye başladı. Hepimiz, bir anda sıfır olduk. Eski dostlarımın hepsini ancak bu şekilde kazandım. Tekrar aynı karanlık zamanlara, aynı biçimsizliğe büründük.
Yazar, her gece yatağına uzanıyor, kafasında binbir çeşit kadın karakterler kurgulayıp ateşlere atıyordu. Bizim hikayemiz bu kadardı. Hiç tamamlanmayacaktık. Bir sıfatımız, bir biçimimiz varken yazarın gözünde her şeydik; kendi dostlarımızın gözünde sıfır. Şimdiyse biçimsiziz, dostluklarımız var fakat; yazarımızın gözünde hiçbir şeyiz artık. Bir yandan alırken bir yandan da kaybettik sürekli.
Siz insanoğlu için de dengede durabilmek böyle zordur. Bir şeyler kazanmak istiyorsanız kaybetmeyi göze almanız gerekir. Dostluklarınız her zaman duruma göre şekillenir. Gururunuz -aptalca utancınızdır aslında- sizi her zaman bir adım geriden götürür. Fakat; biz şanslıyız. Her hikaye bir gün bitecek ve biz sıfırlanacağız, kendimizi bulacağız, eskiye döneceğiz, hiçbirimiz "nerden nereye" diye düşünmeyecek. Sizin şanssızlığınızsa; bir gün hikayeniz bittiğinde sıfırlanacaksınız; fakat eskiye dönemeyeceksiniz.
Bana gelince. İki hafta sonra, yazar, farklı bir hikaye yazmaya başladı. İlk oluşturduğu karakter bendim ve bu sefer hikayede bir sınıfsal ayrım yoktu. Herkes aynı mahallenin insanıydı, eşitti. Tüm dostlarım teker teker girdi hikayeye. Daha sonra, seksen ikinci paragrafta, Hayati ve ben bir tren istasyonuna gittik. İstasyon kalabalıktı. Hayati kalabalığın içine karışıp babasını öldüren adamdan intikam aldı, ben şaşkındım. Soğukkanlı bir şekilde, yedi silahlı adamın içine daldı, bıçağı soktu ve koşa koşa döndü. Ne olduğunu anlamadan bıçağı kendi elimde buldum. Hayati'ye baktım, koşarak gözden kayboldu. Önüme döndüm, göğsümden üç, bacağımdan iki kurşun yedim. Canım yanıyordu. İhanetten mi yoksa kurşunlardan dolayı mı bilmiyordum. Yazar, bunu okuyucuya "hangisi?" gibi bir soru kalıbıyla yöneltmişti. Bense bu hikayede bu kadardım. Bir hayatım da böyle bitmişti.
-Bitse ne olur,
bitmese ne?-
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)