Uykusuz bir insandım ve her türlü hatayı yapma hakkım vardı. Bütün rüyalar, hayaller ve uzay boşluğundaki sonsuz zaman içinde bükülerek birbirine dolanan yüzlerce senaryoya, göz kapaklarını indirmek kadar basit bir işlemle ulaşabilmek varken onların kızıl yansımalarını, kafasını gömdüğü lavaboların üstündeki aynalarda seyreden herkesin, hata yapmaya ve karşılığında herhangi bir bedelden muaf olmaya hakkı vardı. Uyku, insanın, şiddete karşı en ilkel savunma yöntemiydi. Ve dünya; zaman, mekan ve olay üçlemesi üzerine kurulmuş bir tür şiddet gösterisiydi. Zaman, geçerken, attığı her adımda birilerini tekmeliyordu. Tekmeyi yiyenin savrulduğu noktanın şiddeti, tekmenin şiddetiyle doğru orantılıydı. Şiddetin derecesiyse insana bağlı bir değişkendi. Ya geç kalınırdı, ya erken varılırdı. Mekan, şiddetin kendisiydi. Katıksız. Boğardı içindekini. Eşyalarla, duvarlarla, boyalarla, seslerle... Üstüne giderdi içindeki insanın. Göğsüne uyguladığı baskı, nefes darlığı ve alınan her nefesin mide bulantısı için temel atması kadar ağır sonuçlar doğururdu. Olay, insana bağlıydı. En görgüsüz şiddet yöntemiydi. İşkencenin kendisi. Kırk gün aç bırakılmış bir insanın, kraliyet sofrasına oturtulduğunda vereceği tepki gibi, saldırgan bir şiddetti bu. Uygulandığı insanın etini tırnaklarıyla sökebilir, iskeletini parçalara ayırıp sokak köpeklerinin önüne fırlatabilirdi. Bu, doğadaki üç elementin baskılarından sıyrılmak, yaka paça silkelenmek isteyen; güneşin bir başka İngiliz sömürgesine doğru süründüğü saatlerde kaybettiği görüş kabiliyetini, bir başka dünyaya açardı. Uyku, kendi içine açılan gözlerin, inanmak istediği her şeye kavuşabileceği bir yanıltmacaydı. Ve insanın buna ihtiyacı vardı. Yanılmaya... İnanmaya... Bu yüzden günde en az birkaç saat uyumak zorunda olduğu söyleniyordu. Yoksa bütün dengeleri alt üst olabilirdi. Yirmi dört saatten fazla işkenceye maruz kalan beyin, bütün mekanizmayı ve dengeleri alt üst edebilirdi. Ve insan, yanıltmacalardan uzaklaştıkça gerçeklik içinde yaşamaya alışıp inanacağı yalanların varlığını unutursa, göğsüne yüklediği oksijen, içerde, patlamaya hazır bir düzeneğe dönüşür. Oysa uykulu bir dünyada yaşamak, sürekli bir şeylerden umut bekleyen sekiz milyar insan insan demektir. Sekiz milyar uyku içinde gerçekçi olamazsın demektir. Tek gerçek bu. Tek gerçek sigaranın ucundaki külün mutlaka düşeceği. Devrilen bedeninin toprağa döküleceği. Hayatın sınırları içinde, Tanrı'dan saklanmak için fısıldayan sekiz milyarın zihninde aştığı sınır. Camların arkasından seyrettiği dünyaya dahil olduğunu düşünen sekiz milyar zihin. Ne kalabalık ama! Hepsinin kafasında en az bir ses. Ne gürültü ama! Üstelik yalnızca benim kafatasımda hiç susmayan yüzlerce ses varken. Ve sonsuz paranoya... Sonsuz gerilim... Ve o gerilimle titreyen sinirlerin bulanıklaştırdığı görüntüler... İşte uykusuzluk! O titreyen görüntüler ve en az sıtma kadar kuvvetli baş ağrıları arasında insanın, en çok hataya yakın olduğu zamandı. Bense o kadar uykusuzdum ki yeni hatalara ihtiyacım vardı. Daha hiç yapılmamış, yeryüzünde bahsi dahi geçmemiş hatalara.
Geceler boyunca bir odanın içinde kıvranmak, kapatmak için her şeyi denediğin göz kapaklarını boş duvarlara kilitlemek, gecenin bir yerinde terk edip birçok şeyi sokaklara atılmak, aradığının ne olduğundan emin değilken bulamadıklarına küfretmek, bütün hatalarını, omuzladığın bir çuval içinde, ordan oraya, savrulduğun her yere taşımak... Tüm bunlar, bir iskelet için, taşıyamayacağı kadar ağır yüklerdi. Ve dünya üstündeki gerçek uykusuzlar, kendilerini, kamburlarından belli ederdi. O kamburların içinde taşınırdı nefretler, hayaller, aşklar, özlemler ve dünya. Atlas'ın çocukları, biz, uykusuzlar; omzumuzdaki dünyayla adapte olup kendimize katmıştık onu. Ve çok Tanrılar, tüm hava olayları ve mucizeleri bilim dallarına bırakıp dünyayı terk ederken uykularımızı bırakmayı akıl edemediler.
Aradığım ne varsa duman olup boşluğa dönüştüğünde, bir boşluk olup duman gibi havaya karışmaya meylettim. Bir çukur gibi yaşayacaktım. İçime düşenler, orada geberip yok olana kadar benimle yaşayacaklardı.
Dünyanın dibinde bir dünya. Bir yığın insan. Sesler çıkaracaklardı. En tehlikelisi de buydu! Sesler... O kadar mükemmellerdi ki istedikleri her şeye dönüşebilirlerdi. Sorular, felsefeler, yargılar, anlamsızlıklar... Hiçbir şeyden var olup girilen her düşüncenin şeklini almak. Sesler korkunçtu, çünkü her an söze dönüşebilirlerdi. Ve sözler, milyonlarca kalıbıyla, bir kafatasının içindeyken, delirmek kaçınılmazdı. İşte o mükemmel hata, bir çukura dönüşmek için kafatasıma açtığım çukurların içine insanları ve onların seslerini hapsetmekti. Kendimi duyamayacak duruma gelene kadar bağırmaya devam edeceklerdi içimde. Ve bir gün, kendi sesimi unuttuğumda, kafamda çınlayanları umursamayı da unutacaktım. İnsan denen bir hataya dönüşecektim.
bizi umuda gark ettiren sivil na'ra
hazan mevsimiydi
gerdim göğsümü arap yeşili bir dağda
sen seve'n de gö'ynüm yarası açık
ve-dağ'larla kavgam
sana telaşlarla'n öre'm buzul sabah sen sarın kazağa
kafatasımda kurşunla getirdim bir kızıl kavla kanlı sava
de ki efkar bizim biz dağlarla ağladık
ağaca mendil bağladık sen göre'n de çok ağladık
hazan mevsimiydi
yanıldık bizi umuda gark ettiren na'ralarla
-hastane kapılarına ve müşahede odalarına
o boğuk bir yaştır
düşer karanlığıyla
bu bir intihar mektubu değil; yalnız, yüzüme hasarlı bir huy gibi yakıştı ölüm. bir iskelet toz olmaktan başka ne isterdi kırıldıkça? işte! kal diyen her yerden gideceğim ben de. bunu bir, kömürcü bilecek ve bir ben. çünkü okudum bir cümle nasıl akıyorsa alnımdan, öğrenmek için. şimdi, kal diyen her yerden çıkıp gideceğim. şarkısı yarım kalır bir tutku kalacak şakağımda kimi şeyler. sakıncalı birkaç sözcük bırakacağım, bir pankart gibi gerdiğim göğsümden ayrılan. aşk gibi, umut gibi, vicdan ve hürriyet gibi. bir mezarlığın ıslıklarını duymak değil; bir ıslık olmak aralarında. katılacağım!
bu bir intihar mektubu değil; yalnız, derme'çatma bir bankta, bir çağda, bir sızım, bir pogrom gibi üstüme geliyor. migrenli bir hayat, kanserli bir şehir... içinde gizlenmekten yılıyor insan. kaç kere, cephede, okunacak kadar vakit bulur bir mektup? kaç kere eksik kalır yazılanlar? kaç yara saklanabilir bir mektupta?
bu bir intihar mektubu değil; bu bir intihar mektubu olsaydı boş kalırdı. açmak için bütün yaralarını.