Göğsümde beliren sancının bana verdiği yetkiye dayanarak keskin bir solukla fırladım yataktan. Kendime ait olmayan bir odanın, yine kendime ait olmayan bir yatağından. Kendime ait bir evim de yoktu zaten. Aslına bakılırsa yaklaşık iki haftadır yaşıyordum bu durumu. Dürüst olmak gerekirse en başında hoşuma gitmiyordu diyemem; fakat tam olarak ne olduğunu bir türlü anlayamadığım Bilmemne Prosedürleri gereği çıkış ücreti ödemem gerektiğini söyleyen Bilmemne Personelleri ceplerimin deliğine kadar göz dikmeye başlayınca yavaş yavaş belimin büküldüğünü fark ettim. Kambur halimin nihai gereğince artık bunun haz kısmını atlayıp kurtuluş aramam gerekiyordu. Fakat yine ne yazık ki kendim dahil olmak üzere hiçbir şey bu huyu düzeltme yetkisi tanımıyordu bana. Daha sonra bunun hakkında, yakın zamanda ayrıldığım cezaevinden, çok yakın dostum olan Joseph'e danışma kararı aldım. Kendisi aslen Yahudi ve ince fikirli bir makastı. Prag'daki bir Yahudi mahallesinde, geceyarıları ansızın kesilen kadın saçlarının sorumlusu olarak yaka paça tutuklanıp buraya getirilmişti. Kadınların, muhteşem bir aldatmacadan doğma olduklarını söyleyecek kadar ince fikirli biriydi. Joseph'in üstünde bu kadar fazla durmanın bir manası yok; çünkü sandığım gibi ince fikirli biri olmadığını da onu ziyarete gidince anladım. Konuyu açıkça anlattım. "Buradan çıktığımdan beri ciğerlerimin sağ alt kısmında amansız bir ağrı var." dedim, "Üstelik sabahları hiç bilmediğim yerlerde, bu ağrının bir tekme gibi mesaiye başlamasıyla uyanıyorum." Bana bu konuda yardım edemeyeceğinden; fakat tanıdığı çok iyi bir bileyci olduğundan bahsetti. Eğer onu bulup Joseph'in selamını iletirsem bana yardım edebileceğini söyledi. Ömür boyu bileysiz kalmak üzerine de yemin etti, bu yaşlı bileycinin bana yardım edeceğine dair.
Joseph'ten başka sözüne güvenebileceğim kimsem yoktu. Aslında, kendimi ve başkalarını kandırmanın bir gereği yok; Joseph'ten başka kimsem yoktu. Bu yüzden gidip bileyciyi buldum. Sakalları pamuk gibi beyazlamış, elmacık kemiği ve kaşlarının arasına gömülü gözlerinden dünyayı izlerken zorluk çektiği anlaşılan yaşlı bir adamdı bu. Benimle dalga geçmesinden çekinerek mahcup bir tavırla bu ince fikirli makasın selamını ilettim. Joseph'in ismini duyunca o gömüldüğü kuyudan içini görebilmek için laboratuvar ortamına ihtiyaç duyulacak gözleri, dolunay gibi, karanlığın içinden muazzam bir ışıkla parladı. Sanki bu ışıkla tekrar hayat bulmuş gibi bir yaşama sevinciyle çay doldurmaya koyuldu. Bununla eş zamanlı olarak onu çok özlediğinden bahsedip keskinliğinin ne halde olduğunu sordu. "Gayet iyi." dedim, "Yalnızca, bazen istemsiz gıcırdamalarla boğuldunu söylüyor." Muhabbeti daha fazla saptırmadan konuya girdim. Ne de olsa bu benim hikayemdi ve Joseph'in hikayesi başka bir dergide zaten anlatılmıştı. Ona, yaşadığım bu şeyden uzunca bahsettim. Bana Bilmemne Personelleri'ne danışıp danışmadığımı sordu. Elimde olmayan sebeplerle çok defa onlarla birlikte vakit geçirdiğimden bahsettim. "Fakat" diye ekledim, "Bilmemne Personelleri ve insan bilmemnesi üzerine yüzlerce çalışma yapmış kişilerin bu konuda çaresiz kaldığından bahsettiler." Karşılığında, az önceki yaşama sevincini, bakışlarını masanın üzerine odaklayarak yitirdi. "Üzülerek söylemem gerekiyor ki sizin vicdanınız var." diyerek sürdürdü bu bakışı, "Sanırım kalbi acilen fazla olan birisiniz."
Bunun ne anlama geldiğini çözemediğimi, korku yüklü bir surat ifadesiyle belirttim. Halimi anlayan bu usta bileyci ses tonunu daha da nazik bir hale sokarak devam etti, "Ne yazık ki çağımızın en büyük lanetlerinden birine yakalanmışsınız beyefendi. İnsan Bilmemnecilerinin bu konuda net bir tedavi bulamadığı doğru; fakat işin aslına inmek gerekirse bu konu üzerinde bir çalışma yaptıkları da muamma."
"Peki, bunun bir kurtuluşu, bir çözümü yok mu?"
"Bakın, Bilmemne prosedürlerine göre her zehrin bir panzehiri vardır. Sizin probleminizin panzehirinin ise daha çok, insanların kullandıkları bazı yolların üzerinde yapılan araşırmalara, istatistiklere dayanarak bulunduğunu söyleyebilirim. Yani kısacası daha fazla kalp gerekiyor."
"Nasıl?"
"Daha fazla insan kalbi elde ederek, bu kalpleri kırmanız gerekecek. Bakın beyefendi, daha geniş anlatayım. Bu göğsünüzün altındaki sancıyı -ki bu vicdan dediğimiz büyük lanet oluyor- oraya kilitlenmiş bir taş kütlesi olarak ele alalım. Zaten göğsünüzdeki sancının gerçek sebebi de buna yakın bir kütledir. Elde ettiğiniz bu kalpleri unufak edecek şekilde kırarak bir panzehir elde edeceksiniz. Bu yavaşça göğsünüzdeki kütleye enjekte edilerek zamanla yumuşamasını ve devamında tamamen yok olmasını sağlayacaktır."
Bileycinin söyledikleri karşısında derin bir tereddüte düştüm. Eğer bu doğruysa. Yani daha fazla insan kalbi kırmam gerekiyorsa bu imkansızdı. Birincisi: 'daha fazla' demek hata olurdu; çünkü henüz kendi kalbim haricinde 'fazla' diyebileceğim başka bir kalp olmamıştı hayatımda. İkincisi: bunun için çabalasam bile 'daha' diyebileceğim kalpler elde etmem mümkün değildi. Yine de bileycinin bu düşüncelerine saygı duyduğumu belirtmek ve ilk adımı atmak için teşekkür etmeden ayrıldım yanından.
Yılların hatrıyla yoğrulduğu kesin bir panzehir vardı artık elimde. Bu panzehiri elde edecek imkanımın olmamasının burukluğuyla suratımı urgan iplere asarak düşünmeye çalıştım. Eğer bileycinin teşhisi doğruysa, bu zehri kendime yine kendim bulaştırmıştım. Gecelerimi kuytularda, en insansız yerlerde geçirerek, günlerce uyumadan düşünerek, aleyhimde yapılanlara göz yumarak, af dileyerek, affederek... Yani bu lanet zehrin sorumlusu bendim. O zaman panzehiri de kendimle üretip uygulayabileceğimi düşündüm. Evet. Susa susa içimde biriken insanları bir bir konuşturacaktım. Kendi kalbimi kıracak, zamanla kalbimin unufak olmuş parçalarını vicdanıma enjekte ederek onu yok edecektim.
Bu fikrin, içimdeki yirmi yıllık uykusundan uyandırdığı sevinçle kendimi anılarımın biriktiği kuyulardan aşağı sarkıttım. Derine indikçe daha da leş kokan bu kuyulardan kendimi tüketecek sebepler çıkardım. İçimdeki her insanla tek tek yüzleştim. Kendime küfürler ettim. Pişmanlıklar ektim. Keşkeler biriktirdim. Fakat aradan ne kadar zamam geçse de göğsümdeki sancının bir nebze dahi olsa azaldığına dair en ufak bir yargıya ulaşamadım.
Günler sonra apar topar bileycinin yanına gittim. Beni kandırdığını, onu asla affetmeyeceğimi söyledim. Yaptıklarımdan bahsettim. Ve bunların hiçbir sonuç doğurmadığından. Sandalyeyi işaret ederek oturmamı istedi. Birer çay dolduracağını zannediyordum, yapmadı. Karşımdaki sandalyeye oturdu ve "Kusura bakmayın," dedi, "benim hatamdı. Size hastalığınız hakkında eksik bilgi verdim. Yani bu göğsünüzdeki kütleyi oluşturan sebebin, zaten kırılan kalbinizin parçaları olduğundan bahsetmedim. Bu yaptığınızı, size anlattığım panzehir yöntemiyle bir tutmanız mümkün olmayacaktır. Ama üzülmeyin. Panzehir yerine geçmeyecek olsa da gördüğüm kadarıyla panzehiri aktif bir eylem haline getirebilmeniz açısından size yardımcı olmuş."
Tekrar, söylediklerini kesinlikle doğru bulduğumu belirtmek amacıyla teşekkür etmeden dükkandan ayrıldım. Buraya bir daha dönmeyeceğimin temennisini vererek... Birkaç aylık evli adamların, yatakta tek yatmanın özgürlük olduğunu fark ettikleri gecelerde elde ettikleri rahatlıkla...