"Bu mektubu Mahir Bey'e ilet. Selamımın yanında, yarın Halk Bahçesi'nde olacağımızı da bildir. Gerekli talimatları olacaksa söylesin. Her ihtimale karşı örgüt olarak silahlanacağımızı da bilsin. Hafif silahlar alacağız. Çıkarken Salih'e de söyle, silahlar kaydı tutularak, bu geceden dağıtılsın."
Haberci, Nazım Bey'i pürdikkat dinledikten sonra aceleyle çıktı odadan. Nazım Bey, kitaplığına dönüp birkaç kitabı masasına koydu. Camın kenarına geçip habercinin çıkmasını bekledi. 3 saattir, şiddeti azalmadan devam eden bir yağmur vardı. Gök, zaman zaman şehrin fotoğrafını çekip gümüş nitratlı kağıtlara basar gibi aydınlanıyordu. Ağır bir ciddiyet havası hakimdi odaya. Haberci kapıdan çıkınca koşa koşa arabaya bindi. Arabanın da hareket ettiğinden emin olan Nazım Bey, masasına döndü. Az önce masaya koyduğu kitapların içinden bazı belgeler çıkardı. Kitapları üst üste masanın kenarına koydu. Bize dönerek, "Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?" dedi.
"Örgütler arasında güçlü bir ittifak söz konusu;" dedim, "fakat halkın beklentisi çoğaldıkça hata payımız azalıyor. Bu işi hiçbir soruna mahal vermeden halletmemiz icap edecek. Hükümetin de bu duruma karşı eli armut toplamayacaktır."
Nazım Bey, beni başıyla onayladıktan sonra, stresini gizlemeyi başaramayan Haluk Bey'e döndü. "Sizi daha stresli gördüm, sebebi nedir?" dedi. Haluk Bey, paltosunu düzelttikten sonra sırtını dikerek oturduğu koltuktan bir devlet ciddiyeti yansıttı. "İşin içine silah girdi. Bu ne kadar doğru olacak?" dedi. Nazım Bey, sakinliğinden ödün vermemek üzere, "Tedbir amaçlı Haluk Bey." dedi, "İçimizden kimin hain, kimin sadık olduğunu bilemiyoruz. Her ihtimali göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu iş, tekerrüre müsait bir iş değil. Sizin sıkıntı teşkil edecek durumlardan yana içiniz rahat olsun." Bu savunma, Haluk Bey'in yüreğine su serpmeye yetmedi. Yine de onayladı. Yeleğinin cebinden uzun zincirli, "Ağbi zaman böyle geçmez, sen beni bir rahat bırak" sitemli bir saat çıkardı. Kapağını açıp bir müddet saat üzerinden başka şeyler düşündükten sonra yerine geri koydu. Nazım Bey önündeki belgeleri birkaç kere masaya vurarak "Sizi daha fazla tutmayayım ben." dedi, "Malum yarın büyük gün." Cümlenin ardına ufak da bir tebessüm ekleyerek düşüncelerini nezaketle örttü. 'Eh madem öyle' edasıyla çıktık odadan. "İki saattir sigara içmiyorum. Çabuk çıkalım şurdan Yoldaş." dedi, Haluk Bey. 'Saate bakmasının sebebi bu muydu?' diye düşündüm. Ağız kenarından bir gülüşle hızlanmaya karar verdim. Çıktık. İki uzun sigara sardı ayak üstü. Birini bana uzattı. Yerli tütünün son teknoloji ürünü. Yağmur hala aynı şiddetle yağıyordu. "Bu yağmur kasveti de eksik etmiyor üstümüzden." dedim sigaramı yakarken. "O, sizin hâlet-i ruhiyenizden sebep olmasın?" diyerek alaycı bir karşılık verdi. Suratındaki stres, sigara dumanıyla beraber 'inceden yol alalım biz ağbiler' gibi bir şarkı tutturup şehre dağılmış gibiydi. Bu, 'inceden yol alan' göçmenlerin bazısı da 'yolumuz uzun bari sizde biraz dinlenelim' edasıyla benim üstüme yapışmış gibiydi. "Kara gönlünüz sevda çöllerinde çözümsüz bir davaya mahkum." diyerek de stresin, yolculuktan arta kalan kırıntılarını salladı üzerinden. 'İlah mısın, nükleer silah mı?' denir türden bir Slav ceylanından bahsediyordu. Şimdi konuşulacak şeyler miydi bunlar? "Elbette ki zamanla mümkünâtı vardır Haluk Yoldaş." dedim, "Sokak sokak, cadde cadde gezer, her yeri didik didik edersiniz en başında belki. Yüreğinizin sesi, ayak seslerinize karışır. Giyiminden tutun da saç kesimine kadar benzerlik gösteren herkesi ona benzetirsiniz. Fakat zamanla bir bakarsınız ki o, herkese benzemiş." Eskilerin, 'kara safra' diye tanımlanacağı kadar hastalıklı bir cümle olmuştu bu sanki. Pek de aldırmadım. Bazı zamanlar, 'hayat dahilinde belki son defa' türündeydi ve o zamana girip girmemek arasında dalgın adımlarla ilerliyorduk.
Yağmur en azından biraz daha yavaşlayana kadar birkaç metre ilerdeki çayevinde beklemeye karar verdim. O benden daha cesurdu ve yağmura aldırmadan evine gidip dinlenme kararı almıştı. Lafı uzatmadan vedalaştım. Üstüme sinen kasveti bir bohça gibi omzuma yükleyip uzaklaştım. Çayevine, dışardan bir yoklama bakışı attım. Tanıdık suratlara rastlamadım. Beni gören birkaç kişi oturuşuna çekidüzen vererek rahatsızlığını belli etti. İçeri girdim. Kuytuda köşede kalmış boş bir masa aradım. Cam kenarında, 'ben de bu dalgaya kapıldım sürükleniyorum' türünde bir masayla göz göze geldik. Oturdum. Oralet istedim. "Mesele nedir?" dedim, zihnimde, bir anda ayaklanan seslere. Kalabalık bir uğultudan ibaretti mesele. Ayaklanmayı bastırmak için uğraşmadım. Hiç yoksa, tanıdık bir ses olurdu en azından. Ertesi güne bu kadar sakin çıkılmayacağı belliydi üstelik. Şehrin her yanından, tonla insanı yollara sürmüştüler bile. Gelibolu, Karabiga, Lapseki, Çan, Küçükkuyu, Edremit, Çeltik, Kilitbahir, Eceabat, Bayramiç, Yenice... Bunların yanında Sındırgı ve Bandırma'dan gelecek kafileler de vardı. Mahir Bey, örgüt liderleriyle, Troia'da, bizzat görüşmüş ve hepsinin desteğini almayı başarmıştı. Şehir dahilinde büyük çaplı bir eylem yapılacak, Halk Bahçesi dışında Troia ve Kepez'de de örgütlenilecekti. Sabaha karşı, üç farklı yerde de aynı yazılı metin okunacak, istikamet belirtilecek ve sonrasında şehir merkezine, belediye binasına yürünecekti. Mahir Bey'in amacı, Bafra'daki onca emeğe rağmen başı kesilen komün yapılanmasını, daha büyük ses getirecek bir mevkiye taşımaktı. Mesai saatinden kısa bir süre sonra belediye binasının çevresi en hızlı şekilde kuşatılacak, yetkili parti üyeleri bir bir toplanıp esir alınacaktı. Yalnızca Mahir Bey'in örgütü ağır silahlar kullanacak, diğer örgüt üyeleri çevrede eylem sloganları atacak, aynı zamanda binaya dış kuvvetler tarafından giriş çıkışları engelleyecekti. Belediye Başkanı yine Mahir Bey'in adamları tarafından, eylemlerin başlamasıyla paralel olarak evinde basılıp esir alınacaktı. Aynı zamanda her ilçe binası, ilçedeki komunist üyeler tarafından aynı şekilde kapatılacak, bunlara destek olarak merkezden ağır makineli silahlar ve destek birlikler yollanacaktı. Bu küçük çaplı ihtilalin, tüm şehir genelinde 2 saat içinde bitmesi planlanmıştı. İşin sonucunda esir alınanlar hükümete karşı koz olarak kullanılacak, Mahir Bey belediye başkanı olacaktı. Her ilçenin işbirlikçi örgüt lideri ise ilçe başkanlığına getirilecekti. "Devrim yapacağız." diyerek, dört aydır kurgulanan senaryonun nihayet son günü yarın olacaktı. Pek ses duyurmadan ilerleyen bir yapılanma söz konusuydu. Örgüt üyeleri, halkı belediye hizmetlerine karşı kışkırtmış, kurtuluştan yana beklenti içine sokmuştu. Mahir Bey bu durum sayesinde halkın da desteğini alacağını düşünüyordu. Biz ise yarın Halk Meydanı'nda toplanacağız ve sonrasında Mahir Bey'in birlikleriyle belediye binasına yürüyecektik. Mümkün olduğunca silahlanmadan kaçınacak, eylemci sıfatıyla orada olacaktık. Zannettiğimiz kadar sessiz sedasız halledebilirsek şehir hayatını, belediye işlerini duraklatmadan yetkiyi üstümüze alacaktık.
"Gasteye de çıkacak mıyız ağbi?" neşesiyle bir İspanyol kasketi düştü masaya. "Seni de mi uyku tutmadı Yoldaş?" dedi ardından bir ses. Yataktan doğrulmuş bir sıfatla geldi, oturdu masaya. "Henüz denemeye fırsatım olmadı Cengiz'im." dedim. Gülümseyerek örttüm üstünü, içimdeki karanlığın. Çay ocağına doğruldum, iki çay istedim. "Nerden çıktı şimdi bu? Yeterince kalabalık değil miyiz?" diye bir ses geldi içerden. Aldırış etmemeye çalıştım. "Yarın hürriyet günü Cengiz." ile bastırdım sesi. "Beni de onun heyecanı bastı Başkanım." dedi. "İyi ya," dedim, "çözümü varmış."
"Anlamadım Başkanım?"
"Konuşuyorum öyle Cengiz." dedim. Ardından, "Sen aldırma giderim buralardan bir pantolon bir ceket/Sen aldırma giderim uzaklarda yaşadığımı farzet." gibi bir ses daha koptu içerden. Fakülte öğrencilerinin akşam dönüşü neşesiyle doğruldu masaya. " 'Tuzla, güneşle yıkanan bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür.' demiş şair. Siz iyi ettiniz Başkanım." dedi. Kendini tamamlamaya çalışan insanların, böyle desteklere ihtiyacı vardır her zaman. Umudumu bir cümleye sığdırıp attım Cengiz'in önüne. "İyi ettim de'y mi Cengiz? " dedim, "Haberi yoktu zaten. Olsa kendisi giderdi." Onayladı. Ruhum, sıkıştığı bedene dar geldi. Çocuksu bir gülüşle taştı. "Çıkalım dışarı." dedim, yağmur da dinmeye başlamıştı zaten. Hesabı masaya bırakıp kalktık. Yakamı kaldırıp paltoya gizledim kendimi. Yaptığı araştırmalardan bahsetti, pek kulak asmadım. Gerekli yerlerde, muhabbet içindeki varlığımı kısa onay cümleleriyle belirttim. Ayrıldık. Eve döndüm. Uyumak için, ne vaktim vardı ne de halim. 'Tuttu bir alacakaranlık bastı. Bütün şehirler birbirine girdi'li bir sitemle masanın başına oturdum. Geçmişin kini ile geleceğin ümitsizliği harmanından dökülen bir mektup yazdım. Katladım. Zarfa sıkıştırdım. Zarfın üzerine iki damla mürekkep döktüm. Köşesini yaktım. Masaya bıraktım. Su ısıttım. Bu suyla çay demlemeye daha sonra karar verdim. Çay demlenirken üzerime çeki düzen verdim. Bugün büyük gündü, ütüsüz girilmezdi. Daha sonra, aynaya baktığımda, ümitsiz bir kalbe yoldaş olanın heyecanının da olmadığını fark ettim. Bu fikir, kara bir dumana cazip geldi. İs gibi çöktü üzerime. Kül olmuştum. Üfleyeceklerdi ve dağılacaktım. Dumanı dağıttım. "Gerekli olan ne var?" çanağına döndüm. Hepsini aldım. Çok cepli bir pantolon vardı altımda. Çok cebini de kullandım. Bir çay koydum. İki yudum aldım. Hevesim kaçtı. Bıraktım. Sabah, şehre yelteniyordu. Kapının bu saatte çalışını, 'her an her şey olabilir' gününün içersinde olmamıza verdim. Kalktım. Yavaşça kapıya yürüdüm. Henüz kapıya varmadan büyük bir gürültüyle kapı, ayağımın önüne geldi. Ne olduğunu anlayamadan, bir polis tekmesiyle kapının üzerine düştüm. Ellerimi, sırtımdan kelepçeledi. Birkaç polis daha içeri girdi. Kendi aralarında bağırmaya başladılar. Her şeyi birbirine katmak için içeri girmiş gibiydiler; sanki hiçbirinin ulaşmaya çalıştığı, aradığı herhangi bir materyal yoktu. 'Maksat zorbalık olsun' tavrı vardı hepsinde. Beni kelepçeleyen polis, hırpalayarak kaldırdı yerden. Ensemden tutup dışarı çıkarırken; evden, izin almadan mahalle maçına giden çocuğunu maçın ortasında alıp eve götüren bir baba gibi küfür savuruyordu suratıma. Dışarı çıktığımda karşı kaldırımda, ismi lazım değil, çok önemliyse Slav ceylanı diyelim, bir kadın başını sokağın diğer tarafına çevirmiş, mesai bekleyen hayat kadını edasıyla sigarasını içiyordu. Saniyenin bilmemkaçta bilmemkaçı kadarlık bir süre içersinde göz göze geldik. "Dünyayla aramdaki en büyük duvarsın." dedi içerden bir ses, "Oynadığım son kumarsın."