Bozuk bir plaktan hallice kulağımın dibinde sayıklayan şarkılarla; şehre yeni yeni inen karanlığa perdelerin arkasından kafa tutan ışıkların, içine gömülü yalnızlığı gibi, ne yapsa faydasız tavırlarla merdivenleri çıktım. Üç günü geçkin bir süredir uyku uyumuyor, birkaç milyon yıldır da düş görmek yetisinden epey yoksun yaşıyordum. Oysa hayvanlar için düş görme etkinliği, hayatta kalma stratejilerini düzenlemek için bir yoldur. Yani, avcı bir hayvanın, avını yakalamak için türlü stratejiler geliştirmesi gerekir; bunun da en mükemmel yolu düş görmektir. Okuduğum bir kitaptaki "İnsan gençken etobur, yaşlılıkta otoburdur." lafının ne anlama geldiğini, bu kez gülmeden yorumlarken kattaki dairelerin numaralarını kontrol ettim. Yeni taşınmıştım bu binaya. Daire numaramın aklımda kalmayacağını bildiğimden kapının önüne de diz boyunda bir çiçek koymuştum. Daire numaralarına bakmak, kendimi kandırmaya teşebbüsümdü bir nevi. Ne de olsa insanın, bir yerde, yaşlandığına inanması güçleşiyor. Elimdeki, 'hazır kasayaba inmişken bir de fotoğraf çektirelim' tarzında anılara bakarken 'bu aynadaki ben olamam' diye düşünmeden edemiyorum. Bu da yaşlılık yahu! Yalanlara en çok ihtiyaç duyduğum bir zamanda, bunca yalnızlığı kolumun altına alıp yürümek beni kendime güvensiz bir adam haline getirdi. En çok kendine yakın, en çok kendine uzak bir adam. Anılarını sararmış, arkasına isimler yazılmış fotoğraflardan toplayan bir unutkan. Artık anlıyorum ki hafıza eşyaya mahsus. En çok da fotoğraf albümlerine.
Kapıyı, birini rahatsız etmek istemiyormuş gibi sakince açtım. Sanki karanlığa girsem kendimi kaybedecekmişim korkusuyla hep açık bıraktığım ışığın altına attım kendimi. Kapıyı tekrar aynı sakinlikle kapattım. Paltomu askılığa astım. Salona geçtim. Akşam yürüyüşünün dizlerime çöken yorgunluğunu kovmak için en hızlı halimle oturdum koltuğa. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum. Mutfağın önünden geçerken çay demleme fikrini özümseyerek içeri daldım. Dolapta ne var arayışını da ek eylem görevinde, bu devrik cümleye ekleyerek çayımı demledim. Bir tepsiye bardak, bardak altlığı ve kek koydum. Şeker kullanıyor muydum ben? Yok yahu! Kullanmıyordum. Hatta belki şeker hastalığım bile vardı. Erzak dolabını açtım. Şekerim yoktu. "Şekerim olsa hastanede olurdum!" diye de muzip bir tebessüm ekledim suratıma. Bugün de çok şeker miydim neydim?
Bir elime tepsiyi, diğerine de çaydanlığı almak istedim. "Yeteneklerini böyle belli etmemelisin genç adam!" dedi içimden bir ses. Hak verdim. Önce tepsiyi götürüp sehpanın üzerine yerleştirdim. Dönüp çaydanlığı aldım. Onu da tepsinin yanına koydum. Oturdum. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum. Ellerimi yıkayıp geri döndüm. Televizyon ünitesinin üstündeki fotoğraf albümünü de alıp oturdum koltuğa. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum! Kalkacakken dizlerim,"Hış! Hışt!" gibi bir sürtünmeyle seslendi. Madem elimdeki fotoğraf albümüyle tarihe gireceğim, zaten kirlenecek elimi, tarihten çıktıktan sonra yıkamak en doğrusu olacaktı.
Fotoğraflardaki hiç kimseyle, hiçbir olayla ilgisi olmayan insanlara "Bak bu da bizim şu zamandan, şu kişi. Şunları yapardık biz şununla." diye diye yorumlayan yaşlıların heyecanıyla açtım ilk sayfayı. Bir çocuğun sünnet resmiyle başlıyordu. Daha sonraki sayfalarda bu çocuk büyüyor, tarlada buğday ekmeye, ovada inek otlatmaya başlıyordu. Git gide zamana daha çok kapılıyor ilk okula, orta okula, liseye, hatta üniversiteye dahi başlıyordu. Her çağda yeni insanlar eklenip çıkıyordu fotoğraflara. Gözlüklü, dişsiz çocukların yerini bıyıklar, sakallar, kırmızı kazaklar, yeşil parkalar alıyordu. Sonra tekrar çocuklarla dolmaya başlıyordu sayfalar. İlk sayfadaki sünnet çocuğu, 'ah şu dalgalar beni alıp götürse' derken öğretmen bile olmuştu. Ne çabuk büyüyordu insan. Sayfa sayfa. Yıllar içinde yazılan bir kitabı tek solukta okumak ne denli ağır bir hakaretti ya da. Altmış dokuz yılda yaşanmış her şeyi gel sen tek solukta izle be adam! Sonra zaman çabuk geçiyor he?
Birkaç sayfa daha geçtim. Genç bir kadın beyaz elbisesiyle simsiyah giyinmiş bir adamın koluna giriyor, boynuna sarılıyor, öpüyor, dans ediyordu. Daha sonraki sayfada bu kadının vesikalık bir fotoğrafı durdu, girdim içine. "Ah be Gülizar!" dedim ona, "Sen, bir gün tek başına merdiven çıkmak zorunda kalmadın ki. Kalsaydın, insanın merdiven çıkarken düşünecek ne çok şeyi olduğunu bilirdin. Ne çok vakti. Ne çok mevzuu. Ne çok yarası. Latife bile ediyor bazı. Oysa sen hiç gülmezdin bana. Öğretmenliği geçim için yapmıyorum diye komik bulurdun yalnızca."
Bu fotoğraftan çıktım. Sayfaları daha çok çevirdikçe önce gülümseyenler, sonra yaşayanlar git gide eksiliyordu. Bu sırada boşalmış bardağıma çarptı gözüm. Bir bardak çay daha doldurdum. Albümü kapatıp kenara koydum. Daha bitmemiş bu kitabı yazmaya devam etmem gerekiyordu ve soluklarım git gide tükenen bir mürekkep gibiydi. Okunaklı olmaktan cayıyordu sanki yavaş yavaş.
Bir hayat inşa etmek için ne çok fotoğraf çekmesi gerekiyormuş insanın. Sanki bunlar olmasa yaşadığıma dair hiçbir kanıt kalmayacaktı. Ne bir dostun aklında canlanan tebessümüm vardı, ne de hatrı sayılır bir selama sahiptim. Hayat, bir fotomaton olmuştu gözümde. Oysa eskiden her şeyin, kendi hatırladığım gibi kalmasını isterdim. Ya da ben mi öyle hatırlıyordum? Ya da her şey istediğim gibi yaşanmıştı da o yüzden mi bu kadar fotoğrafım vardı hayatla yan yana? Bilemiyorum... Bilemiyorum...
Zihnim, beni bana anlatamayacak kadar yorgun düştüğü zaman bir pencereden avaz avaz bağırmak istedimdi. Kaybolan hatıralarımı bulsunlar istedimdi. İnsanı yalnız yapan başka bir insanın değil; yaşanmışlıkların terk edişiymiş meğer. Bu külüstür gözlerin aynada gördüğü çirkin bir surattan ileri gitmiyorsa, o zaman yalnız kalıyormuş meğer.
Derin bir iç çektim karşımdaki balkon kapısına bakarken. Hava henüz çok karanlıktı. Bir ihtiyar sabahı bulmak için vakti nasıl tüketirdi? Balkona çıkmaya karar verdim. Sigara kullanıyor muydum ben? Zannetmiyorum. Kalkacakken koltuğun köşesinde duran fotoğraf albümü çarptı gözüme. Uzandım. Belki bir albüm incelemek daha iyi gelebilirdi. Fotoğraflardaki hiç kimseyle, hiçbir olayla ilgisi olmayan insanlara "Bak bu da bizim şu zamandan, şu kişi. Şunları yapardık biz şununla." diye diye yorumlayan yaşlıların heyecanıyla açtım ilk sayfayı. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum.
Kapıyı, birini rahatsız etmek istemiyormuş gibi sakince açtım. Sanki karanlığa girsem kendimi kaybedecekmişim korkusuyla hep açık bıraktığım ışığın altına attım kendimi. Kapıyı tekrar aynı sakinlikle kapattım. Paltomu askılığa astım. Salona geçtim. Akşam yürüyüşünün dizlerime çöken yorgunluğunu kovmak için en hızlı halimle oturdum koltuğa. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum. Mutfağın önünden geçerken çay demleme fikrini özümseyerek içeri daldım. Dolapta ne var arayışını da ek eylem görevinde, bu devrik cümleye ekleyerek çayımı demledim. Bir tepsiye bardak, bardak altlığı ve kek koydum. Şeker kullanıyor muydum ben? Yok yahu! Kullanmıyordum. Hatta belki şeker hastalığım bile vardı. Erzak dolabını açtım. Şekerim yoktu. "Şekerim olsa hastanede olurdum!" diye de muzip bir tebessüm ekledim suratıma. Bugün de çok şeker miydim neydim?
Bir elime tepsiyi, diğerine de çaydanlığı almak istedim. "Yeteneklerini böyle belli etmemelisin genç adam!" dedi içimden bir ses. Hak verdim. Önce tepsiyi götürüp sehpanın üzerine yerleştirdim. Dönüp çaydanlığı aldım. Onu da tepsinin yanına koydum. Oturdum. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum. Ellerimi yıkayıp geri döndüm. Televizyon ünitesinin üstündeki fotoğraf albümünü de alıp oturdum koltuğa. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum! Kalkacakken dizlerim,"Hış! Hışt!" gibi bir sürtünmeyle seslendi. Madem elimdeki fotoğraf albümüyle tarihe gireceğim, zaten kirlenecek elimi, tarihten çıktıktan sonra yıkamak en doğrusu olacaktı.
Fotoğraflardaki hiç kimseyle, hiçbir olayla ilgisi olmayan insanlara "Bak bu da bizim şu zamandan, şu kişi. Şunları yapardık biz şununla." diye diye yorumlayan yaşlıların heyecanıyla açtım ilk sayfayı. Bir çocuğun sünnet resmiyle başlıyordu. Daha sonraki sayfalarda bu çocuk büyüyor, tarlada buğday ekmeye, ovada inek otlatmaya başlıyordu. Git gide zamana daha çok kapılıyor ilk okula, orta okula, liseye, hatta üniversiteye dahi başlıyordu. Her çağda yeni insanlar eklenip çıkıyordu fotoğraflara. Gözlüklü, dişsiz çocukların yerini bıyıklar, sakallar, kırmızı kazaklar, yeşil parkalar alıyordu. Sonra tekrar çocuklarla dolmaya başlıyordu sayfalar. İlk sayfadaki sünnet çocuğu, 'ah şu dalgalar beni alıp götürse' derken öğretmen bile olmuştu. Ne çabuk büyüyordu insan. Sayfa sayfa. Yıllar içinde yazılan bir kitabı tek solukta okumak ne denli ağır bir hakaretti ya da. Altmış dokuz yılda yaşanmış her şeyi gel sen tek solukta izle be adam! Sonra zaman çabuk geçiyor he?
Birkaç sayfa daha geçtim. Genç bir kadın beyaz elbisesiyle simsiyah giyinmiş bir adamın koluna giriyor, boynuna sarılıyor, öpüyor, dans ediyordu. Daha sonraki sayfada bu kadının vesikalık bir fotoğrafı durdu, girdim içine. "Ah be Gülizar!" dedim ona, "Sen, bir gün tek başına merdiven çıkmak zorunda kalmadın ki. Kalsaydın, insanın merdiven çıkarken düşünecek ne çok şeyi olduğunu bilirdin. Ne çok vakti. Ne çok mevzuu. Ne çok yarası. Latife bile ediyor bazı. Oysa sen hiç gülmezdin bana. Öğretmenliği geçim için yapmıyorum diye komik bulurdun yalnızca."
Bu fotoğraftan çıktım. Sayfaları daha çok çevirdikçe önce gülümseyenler, sonra yaşayanlar git gide eksiliyordu. Bu sırada boşalmış bardağıma çarptı gözüm. Bir bardak çay daha doldurdum. Albümü kapatıp kenara koydum. Daha bitmemiş bu kitabı yazmaya devam etmem gerekiyordu ve soluklarım git gide tükenen bir mürekkep gibiydi. Okunaklı olmaktan cayıyordu sanki yavaş yavaş.
Bir hayat inşa etmek için ne çok fotoğraf çekmesi gerekiyormuş insanın. Sanki bunlar olmasa yaşadığıma dair hiçbir kanıt kalmayacaktı. Ne bir dostun aklında canlanan tebessümüm vardı, ne de hatrı sayılır bir selama sahiptim. Hayat, bir fotomaton olmuştu gözümde. Oysa eskiden her şeyin, kendi hatırladığım gibi kalmasını isterdim. Ya da ben mi öyle hatırlıyordum? Ya da her şey istediğim gibi yaşanmıştı da o yüzden mi bu kadar fotoğrafım vardı hayatla yan yana? Bilemiyorum... Bilemiyorum...
Zihnim, beni bana anlatamayacak kadar yorgun düştüğü zaman bir pencereden avaz avaz bağırmak istedimdi. Kaybolan hatıralarımı bulsunlar istedimdi. İnsanı yalnız yapan başka bir insanın değil; yaşanmışlıkların terk edişiymiş meğer. Bu külüstür gözlerin aynada gördüğü çirkin bir surattan ileri gitmiyorsa, o zaman yalnız kalıyormuş meğer.
Derin bir iç çektim karşımdaki balkon kapısına bakarken. Hava henüz çok karanlıktı. Bir ihtiyar sabahı bulmak için vakti nasıl tüketirdi? Balkona çıkmaya karar verdim. Sigara kullanıyor muydum ben? Zannetmiyorum. Kalkacakken koltuğun köşesinde duran fotoğraf albümü çarptı gözüme. Uzandım. Belki bir albüm incelemek daha iyi gelebilirdi. Fotoğraflardaki hiç kimseyle, hiçbir olayla ilgisi olmayan insanlara "Bak bu da bizim şu zamandan, şu kişi. Şunları yapardık biz şununla." diye diye yorumlayan yaşlıların heyecanıyla açtım ilk sayfayı. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum.