Kaslarımın varlığını acıyla hissediyorum, bir yengeçin kolları arasında gibi. Tanrım, insan eti ne ağır böyle! Taşıyamıyorum. Kemiklerimin her an toza dönüşebilecek gibi kırılgan olduğunu hissediyorum. Acı bir rüyanın içerisindeyim, ama bir kâbus değil asla. Midem bulanıyor, aydınlıktan ve kokudan. Tanrım, dünya netleştikçe ne berbat bir hal alıyor. Artık en çok seni merak ediyorum. Ve korkuyorum merak edecek bir şeylerin kalmamasından. Aydınlık midemi bulandırsa da korkuyorum karanlıktan ve ağrılardan. Çünkü hayallerim var. Çünkü biraz daha yaşamak istiyorum. Anlatmak istiyorum, konuşmak istiyorum. Sesini kaybediliyor insan, ne acı! Sesimi bulmak istiyorum. Evimi bulmak, evime dönmek istiyorum. Alüminyum folyoya sarılı serumlar getiriliyor, insan, nasıl katlanır, güneş görmemiş bir zehri taşıyabiliyor damarlarında. Tanrım, bedenime dokunan parmak uçlarım karıncalanıyor. Kendi vücudunu dahi hissedemeden nasıl sarılabilir insan sevdiklerine? Nasıl dokunabilir onlara, protez duygularla? Parmak uçlarıma kavuşmak istiyorum. Kendimi bulmak, kendime dokunmak istiyorum. Tanrım, bir ben daha çok genç değilim. Toprağın üstünde her beden henüz çok genç. Bu yüzden inanmıyorum, hiçbir şey için henüz çok geç olmadığına. Hâlâ okuyacak şiirlerim var cebimde. Hâlâ çalınmamış, söylenmemiş şarkılarım var. Biraz daha yaşamak istiyorum. Biraz daha istiyorum. Biraz daha.
Hulusi Bey eskisinden daha iyi. Biraz daha iyi. Hulusi Bey gün geçtikçe deliriyor. Gün geçtikçe akıllandı. Hulusi Bey biraz daha iyi. O gördüğü şeye bakmaya devam ediyor. Oraya kağıttan gemiler yaptı. Bir deniz yaptı gemilerin etrafına ama onlar hiç yüzmüyor. Öyle söylüyor. Tabii... Gecenin belli saatlerinde konuşmaya başladı Hulusi Bey; fakat yalnızca o gemilerden bahsediyor. Bir de, duyduğunu söylüyor. Eski karısının sesini duyduğunu, ne dediğini tahmin ettiğini. O denize bakmayı da ihmal etmiyor konuşurken. Bir ödev gibi yapıyor zaten bunu, hiç aksatmadan. O da o gemiler gibi, kendi denizinin ortasında duruyor, çırpınırsa boğulacağını biliyor gibi. Hulusi Bey, biraz daha sakin artık. Sessizleştikçe daha çekilir oluyor dünya, sanırım o da anladı bunu. Git gide deliriyor, git gide daha iyi hissediyor kendini. Telaşsız suratından muayyen, güzel hissediyor Hulusi Bey. O gemilerin tayfaları, ona ne söylüyor bilmiyorum; ama Hulusi Bey de her akşam, ışıklar gibi, o denizde sönmeyi seviyor. Uyuduğunda ölüye benziyor suratı. Zaten herkes bir ölüyü giyiyor üzerine geceleri; ama o bir ölünün içinde yatıyor. Hulusi Bey, biraz daha iyi hissediyor.
Hulusi Bey eskisi kadar sakin kalamıyordu. Sokaktan gelen çocuk seslerine katlanamıyor, gündüzleri penceresini asla açık bırakmıyor, güneşli günlerde koyu güneşliklerini çekiyor, haftasonları kahvaltısından sonra balkona çıkıp keyif çayını içmiyordu. Balkona mümkünse geceleri çıkmaya dikkat etmesi yetmezmiş gibi bir de, günde dördü geçmemek kaidesiyle, tütün sarıyor ve içerken bunu hiç de keyif almak için yapıyormuş gibi durmuyordu, yanında hiçbir şey içmiyordu çünkü. Sigarasını içerken yanaklarında asabi çukurlar oluşuyor, dağınık kaşları çatılıyor, nefesi bitene kadar çekiyordu sigarayı. Fotoğraf albümlerini depoya kaldırmıştı; onları olur olmadık yerlerde gördüğünde ellerinin katılaştığı, hatta kimi zaman onları bir yumruk gibi sıktığı aşikardı, avuçlarındaki tırnak izleri, zaman zaman derisini yırttığından, yaralarını saklayamıyordu. Derin bir nefes aldığında dişleri sıkılı cümleler mırıldanıyordu. Yanında gereğinden fazla vakit geçirdiğimde huysuzlaştığını hissediyordum. Ters cevaplar vermeye başladığında gitmem gerektiğini anlıyor ve iznini istiyodum. Eskisi gibi, kalmam için ısrar etmiyordu.
Daha sonra Hulusi Bey, bir gecede delirdi. Ansızın. Bir şeyler anlatmak istercesine adımı bağırmasının üstüne yanına koştuğumda, mutfakta, bulaşıklarını yıkıyordum. Boynunu sağa yatırıp yere bakıyordu. Bir daha hep öyle kaldı. Baktığı yerde gördüğü şeye kilitlenip kaldı. Bakmadı bir daha da etrafına. Eski karısını aradım ben de. "Delirmiştir o!" dedi, "Allah belasını versin onun." Ama Hulusi Bey iyi. Eskisi gibi sakin kalabiliyor artık. Sinirlenmiyor olur olmadık şeylere. Çocukları sorun etmiyor. Baktığı yerle ilgileniyor sadece, gerisini önemsemiyor. Bir şeyler gördüğü bariz orada. Ve hiç rahatsız değil oradan. Gündüzleri uğrayıp penceresini açıyorum, ses etmiyor. Akşamları uğrayıp balkona çıkarıyorum onu, tekerli sandalyeyle. O aynı yere bakmaya devam ediyor. Suratının gergin bir hali de kalmadı artık. Oldukça mahzun bir duruşu var. Hulusi Bey artık iyi hissediyor. Sigara içmeyi de bıraktı üstelik. Ellerini hareket ettirmeyi de bıraktı tabi ve bedenin diğer bölgelerini. Ama Hulusi Bey eskisi kadar sakin. Hulusi Bey eskisi kadar iyi.
üşüyorum. burda. bu dipsiz kuyunun içinde. ve öyle çok alıştım ki sessiz, kısa cümlelerle konuşmaya. ve o kadar hazır değilim ki her şeyin vakitsizce yaşanacak olmasına. neden sonra, içimde sır gibi sakladığım taşlar savrula savrula yırttığında yani gövdemi, ruhuma bir çatlak açtığında, bir rüzgar esintisi gibi sızdığında içeri o belirsizlik; son bir şarkı istemek, bir şiir, bir ses, ne güç! ne ki kurulacak hiçbir cümlem yok, anlatacak çok şeyim olsa da. ama yaşam! ama... suratıma dokunurken o kadar uzak ki parmak uçlarım bana; yaşam da içimde coşkuyla nidalar atarken, içim bir parça değil gibi benden. balkon! evin bir parçası, dışarda kaldıkça. dalsın gözlerim, bırak! o uzak denizlerin ne getireceğinden bahsetmeyi bırak! bırak saatlerin kaça kaldığını! nerede durduğunun ne önemi var! sırrımı alıyorum üstüme, sıtmalı battaniyemi. üşüyorum. eve dönmek istiyorum.
"Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!"
-BİRİNCİ PERDE
Işığın sesleri yutmaya gücü kalmamış saatlerde, en ufak kıpırtılara dahi uzaktan ve boğuk bir gıcırtıyla tepki veren tahta yatakta uzanmış bekliyordum. Bir mucize istemek için insan, böyle, hareketsiz kalınacak zamanlarda yaşarmış. Bu, ismi 'naçarlık' denir bir çukurun içinde, kelepçeler ve ağız bantlarıyla, tepeden sızan belirsiz bir ışığa bakmakmış. İmkanı olanlar ellerini göğe açar, kimileri denizlere, ufuklara bakarmış. Ben ise uzaklara dalmış, rutubetle sabit tavanın üzerine düşen cılız yağmur damlalarından sıyrılıp yıldızları sayıyordum. Görmek ve bilmek arasındaki altı punto siyah çizginin üzerinde yalpalayan bir cambazdı zihnim. Onun göğe çıkmasını engelleyen tavanı yok etmek için gözlerini bozması gerekmişti ilkin, sonrası gözlüğünü çıkarması. Altı yaşımda taktığım gözlüğü, on sekiz yaşımda çıkardım. Sebebini sorduklarında, artık daha net görmek istediğim hiçbir şeyin kalmadığını söyledim. Net dünya pislik içindeydi. Gözlüklerimi takarsam insanların sırıtan ağızlarının üstünde bir çift göz, onların içinde yosun tutmuş bir çöplük, çöplüğün içinde iğreti fikirler görürdüm. Oysa delirmeden nefes alacaksam görüntüm flu olmalıydı. Böylelikle izi olmayacak şehirlerde eski kız arkadaşımı bile arayıp bulabilir ve arkasından dahi koşabilirdim. O zaman dünyaya ayak uydurmam gerekmediğini, onu, kafatasımda kurduğum etten bir boyut içinde yaşatabileceğimi bilirdim. Bu yüzden astigmat büyük bir nimetti, yaşayanlar için!
Yataktan fırladım ve her şey bir anda toz oldu. Kafamda çakan şimşek, etraftaki sesleri yutacak kadar güç bulmuştu sonunda. Saatin tik-takları, yağmurun sesi ve yatağın gıcırtısı kendini uzak denizlere bırakıp dalgalarla karıştı. Heyecanla, evin her yerinde cep telefonumu aramaya başladım. Koltuk altlarına, masa üstlerine, yorgan içlerine bakarken ne aradığımı dahi unutmuştum. Telefondan vazgeçip yatak odama geri döndüm. Hızla giysi dolabını açıp rastgele bir kazak ve pantolon aldım. Onları yatağın üstüne fırlatıp tuvalete koştum. Yüzümü yıkadım ve odaya geri döndüm. Yatağın üstündekileri giyinip salona fırladım. Burada ne aradığımı bulamayınca mutfağa girip sandalyeye asılı ceketimi giyerken masanın üstündeki bardağa takıldı gözüm. Uzanıp yarım kalmış suyu içerken dibindeki izmarit çöplerini ve külleri görünce dönüp lavaboya tükürdüm. Ağzımı çalkalayıp salona gittim. Koltuğun üstündeki bereyi taktım. Koşarak evden çıktım. Kapının kapanma sesini duyduğumda, anahtarı, kilit yuvasından çıkarmadığımı anımsadım. Heyecandan yanan göğsümün üstünde soğuk terler hissettim. Anahtardan vazgeçip koşarak merdivenleri indim. Dış kapıdan çıkıp ıslanmış betona bastığım anda yerdeydim. Her yerim ıslanmıştı. Yağmur bu kazanın üstünü kapatacaktı. Hiç durmadan ayaklanıp hızlıca Melih'in evine yürüdüm. Buraya varmam yarım saat sürmüştü. Melih'in kapısını sert yumruklarla çalmaya başladım. Kapıyı açtığında aptal bir ifadesi vardı. Uykudan kalktığı belliydi. Gecenin ikisi, kapı yumruklamak için uygun bir saat değildi. "Ne oluyor?" dedi, hala o aptal ifadeyle bakarken. Avuçlarımı dizlerime dayamış soluklanıyordum. "Astigmat!" dedim, bu nefes kalabalığının arasında bir boşluk bularak. Melih'in suratı ikna olmamıştı. "Senaryo için!" dedim bu sefer, "Konuyu buldum. Şimdi dolduracağız koltukları. İçeri girelim, anlatacağım." Melih'in aklında bir şeyler şekillenmeye başlamıştı ki kapıdan çekilip banyoya gitti. Ben de botlarımı çıkarıp salona geçtim. Kendimi koltuğa attığımda üstümün ne kadar ıslak olduğunu unutmuştum. İş işten geçtiğinden kalkmaya yeltenmedim. Melih'in evi de benimki kadar ufaktı ve kapalı bir havası vardı. Perdelerin açıldığını ya da yıkandığını hiç görmemiştim. Yine de benim evim kadar pis durmuyordu. Her şey yerli yerindeydi. Odanın ortasında herhangi bir çöp ya da üçlü priz dahi yoktu. Masanın üstündeki örtü hiç kıpırdamamış, ütüsü bozulmamıştı. Duvarın bej rengi boyasında en ufak bir hasar yoktu. Koltuk takımı ya da sandalye taşırken bile bir boya söküğü olmamış gibiydi. Ya da Melih, kusurlarını saklamasını çok iyi biliyordu. Yoksa bir insan bu kadar düzenli olamazdı. Son bir ihtimal de Melih'in, görmek isteği duymadığımdan, hiç girmeye yeltenmediğim yatak odasından başka yerde yaşamıyor olmasıydı ki bu, tüm ihtimallerden daha güçlüydü. Odadaki sıcak sebebiyle zihnim zindeliğini yitirmiş ve bedenim yavaşlamaya, uyuşmaya başlamıştı. Bu sırada Melih salona girip "Bu ne hal?" der gibi bana baktı. Sonrasında, "Şimdi anlat, n'oldu?" dedi. Uykusu açılmış gibiydi ama hala esniyordu. "Oyunun konusunu buldum." dedim. Tam anlatacakken, "Niye telefondan yazmadın?" diye durdurdu beni. Bir anlık bocalamadan sonra, "Telefonu bulamadım." dedim, "Boşver şimdi onu. Adam astigmat. Gözlük takıyor. Bir gün, bir bankta ya da başka bir yerde, hiç fark etmez, bir kadınla karşılaşıyor. Kadın güzel değil. En azından adam, aşık olunacak bir kadın olduğunu düşünmüyor. Bu kadın, ansızın bir şey soruyor, sonra muhabbete başlıyorlar, konu konuyu açıyor derken kadın kitabını, adamın yanında unutup gidiyor. Kitabın giriş sayfasında kadının numarası var. Kastî olan bir şey değil, kadın, böyle önemli kitaplarına, kaybolma ihtimaline karşın, hep numarasını yazan bir karakter zaten. Neyse... Adam bir süre sonra numarayı arayıp durumu izah ediyor ve birkaç gün sonrası için tekrar aynı yerde sözleşiyorlar. O birkaç gün içinde adamın gözlüğü kırılıyor ve yenisini almaya zaman bulamıyor. Buluşmaya gözlüksüz gidince kadını ilk bakışta tanıyamıyor. Kitabı teslim ediyor ve yine birçok şey üstüne konuşmaya başlıyorlar. Sonra adam bir şey fark ediyor. Kadında ve sohbetinde, onu çeken bambaşka bir his duyuyor. Aşk zannediyor ama daha önce hiç aşık olmamış. Yalnızca bir fikir. Günler geçiyor, yazışmaya, konuşmaya, buluşmaya başlıyorlar. Her şey daha sıklaşıyor. Daha sık görüşüyorlar, daha çök gülüşüyor ve daha çok bakışıyorlar. Gün geçtikçe birbirlerinden kuşkulanmaya ve aşkın ne olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Adam, bir süre sonra, her şeyin görüntüyle ilgili olduğunu düşünüyor. Netliğin büyük bir yanıltmaca olduğu kanısına varıyor ve buna aşk diyor. Kusurları kapatan bir makyaj. İnsanın, karanlığın dibindeki güzelliğe ulaşması. Daha çok sarılıyor ve birbirlerini daha çok kokluyorlar. Yıllar geçiyor. Adamın göz numarası büyüdükçe büyüyor. Doktorlar gözlüğün de kurtarmayacağını ve acilen ameliyat olması gerektiğini söylüyorlar. İstemeden, kadının da baskısıyla, kabul ediyor ameliyatı. Ne söylese kendini ifade edemiyor adam ve susmayı, bu bahsi bir daha açmamayı, olacak olanla savaşmayı kabulleniyor. Tedaviden sonra netleşen dünya adamın dengelerini bozuyor. Herkesten uzaklaşıyor. Kadından bile. Zamanla kontrolden çıkan duygularla, ölü bir bedenin içinde yaşadığına inanıyor, sokaklarda ve caddelerde gördüğü insanların gerçekliğini kabul etmemeye başlıyor. Cesetlere çarpa çarpa yürümenin verdiği iğreti, bu adamı, bodrum katına yerleşip dünyayla iletişimini kesmeye, kendini kapatmaya sürüklüyor. Tabi, kadın adamdan vazgeçmiyor. Bir gün yine ziyarete gelen kadın, ona, eskisi gibi devam etmek istediğini söylediğinde, kendisinin bir ölü olduğunu kanıtlamak için bıçağı alıp bileklerini kesiyor. Ne diyorsun?" Melih, gözlerini bana dikmiş sırıtarak bakıyordu. "Adam niye böyle oldu?" dedi. "İnandığı gerçekleri değiştirmek için savaştı, kendiyle. Zaten zar zor, yoktan var ettiği bir şeyi, bir anda, hiçbir şey yokmuşçasına yıkmak zorunda kaldı. İnsan delirmez mi bu girdapta?" dedim.
"Ne bileyim..."
"Derin bir felsefe ya da salt bir romantizm olarak görme. Adamın gözleri bozuk ve gözlük takmak istemiyor. Hepsi bu."
Uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, bir ekip toplayıp fikrin değerlendirilmesi gerektiğini söylediğinde daldığım birkaç dakikalık uykudan uyanıp anlamsız bir ifadeyle suratına baktım. "Sen bu gece burada kal en iyisi," dedi, "sabah konuşuruz." Cümleye bir nokta koymasını beklemeden montumu çıkarıp bir kenara fırlattım ve bulunduğum koltuğa uzandım. Bu kez yıldızları ya da daha fantastik şeyleri değil, birazdan içine düşeceğim o kapkara uykuyu düşünüyordum yalnızca.
Sabah, odanın karanlık havasından hiçbir şey eksiltmemişti. Dün geceki heyecanımı uykumun kara dehlizlerine bırakmıştım. Mutfaktan Melih'in tıkırtıları geliyordu. Sabahın köründe, sesler dahil, her şey daha gerçekçiydi. Tıkırtıların bile hayale ayıracak ve aldanacak zamanı yoktu. Tedirginlik ve yarış halinin bütün şehre yayıldığı saatlerdi bunlar. Suratımı yıkamak için kalktığımda Melih sesimi duymuş olacaktı ki, arkamdan, "Çabuk gel de ekip için kimleri arayacağımızı konuşalım!" diye bağırdığını duydum. Aynadaki bulanık suratıma bakarken yine hiçbir şeyin yoluna girmeyeceğini düşündüm. Sanki suratım, hayal denen iskeletten oluşmuş ve kırıklarıyla ete deriye bürünmüştü. Melih, mutfaktaki masaya iki bardak çay, peynir, iki simit ve biraz da zeytin koymuş; her şeyden ufak dilimler koparmaya başlamıştı. "Ben birkaç kişi düşündüm." dedi, çayımı karıştırmaya başladığımda. Çay kaşığını masaya koyarken göz ucuyla suratına bakıyordum. "Selim, Ferit, Zeynep..." derken çataldaki peyniri ağzına götürüp yavaş yavaş çiğnedi. Ağzındaki her lokmayı yuttuktan sonra çatalı masaya bırakıp çaydan bir yudum aldı ve "Bir de Nazlı." dedi. Bu son cümleden sonra bir şeyler bekler gibi suratıma baktığını fark etmiştim. Gözümü masadan ayırmamak için çabalıyordum. Göz göze geldiğimiz an, kafamın içindeki her fikri bir fonksiyona sokup hece hece okuyacağından korkuyordum. İçimdeki insanlık hali denen meret baş eğmiyordu duygu kabının kapağını açmaya.
Nazlı'yı görmeyeli bir sene olmuştu. Birinci sınıfta tanışmıştık, konservatuvarda. Rüzgarlara ıslık çalar cinsten kısa kumral saçlarına yakın tonda teni, çenesinin ucunda ufacık, öpelesi bir beni ve zarif bedenine incecikten, kör örülü bir ruh üflenmiş haliyle Nazlı, okulun daha ikinci haftasında, çivi gibi çakılmıştı aklıma. Kendine mahkum bir sevdaydı bu. Öyle büyük destanlara konu olacak gibi değil; olsa olsa bir yangına kıvılcım sayılır, şarkıları kısık sesle dinletir türdendi. İkinci sene gidip dökülmüştüm. Kısa da olsa birlikte vakit geçirebilmiştik. İçimdeki şey, hep yanmaya hazır bir kömür gibi beklemişti. Bir gün gerçekten inansaydım ona, yanıp tutuşacaktı. Hep soğuk hissettiğim bir şeyler vardı aramızda. Bir türlü elini tutmaya güç bulamıyordum. Biliyordum, bir kere tutarsam bir daha bırakmaktan korkacaktım. Yaz tatilinde aramız iyice soğumuştu. Benim yangına alesta sevgim onun omzunda yükmüş gibi hissediyordum. Sonunda bitirmek zorunda kalsam da içimden atamamıştım Nazlı'yı. Üzerime yapışan etiketi zamanla sökmeye çalışıyordumsa da hep böyle, bir şeyler tekrardan harlıyordu içimdeki kıvılcımı.
Melih çay doldurmak için ayaklandığında gözü hala suratımdaydı. Yanıma gelip çayı doldururken "Ahmakça düşünme sakın." dedi, "Burda hayatımızı kurtarmaya çalışıyoruz." Çaydanlığı ocağa geri götürürken konuşmaya devam ediyor, "Okulu bitiremedik. Elimizde bundan başka iş yok. Dört tane oyun yazdık, bir tanesi oynanmadı, farkındasın değil mi? Bu son şansımız. Her şey akıllı davranmana bağlı." diyordu. "Nazlı kabul edecek mi ki?" dedim. Yüzüm hâlâ masaya dönüktü. "Bilmiyorum." dedi, "O bize muhtaç değil; bizim ona ihtiyacımız var. Zaten bir tiyatro ekibinde olduğunu duymuştum bir ara. O da okulu bırakmış."
"Ferit'le iki oyun yazdık, ikisi de çöpe gitmedi mi? Ferit ne yapacak?"
"Ferit böyle garip fikirlere meraklıydı. Bize yararı olacaktır."
"Ne yapıyorsan yap o zaman." dedim, "Bana fark etmez. Nazlı'dan da bir şey saklama. Ekibe katılırsa, beni bulduğunda şaşırmasın. Ben eve gidip yatacağım biraz."
Her şeyi kafasıyla onayladı. Masayı toplayıp evden çıktım. Gökyüzüne hâlâ kara bulutlar hakimdi. Aceleci kalabalığın içinde kendime bir yer bulup eve döndüm. Anahtarın içerde kaldığını hatırladım. Dönüp bir çilingir buldum ve ücretini daha sonra ödemek üzere kapıyı açtırdım. Kafamı yastığa koyduğum gibi her şeyin nasıl da birkaç saat içinde karmakarışık olduğunu düşünmeye başlamıştım. Hayat, damalı zemin üstünde, çok yavaş hamlelerle kazanılabilecek bir oyundu ve kimsenin düşünerek hamle yapacak kadar zamanı yoktu. Bu yüzden her şey çok çabuk değişiyordu. Gözüm, komodinin üstündeki mızıkaya takıldı. Uzanıp aldım. Bir süre elimde oynadıktan sonra eski bir caz melodisi çalmaya başladım. Şarkının ismini unutalı çok olmuştu, ama melodisi hala aklımdaydı.
Ertesi gün Melih'in aramasıyla başlayıp susmayan zil sesi sayesinde telefonumun yerini bulmuştum. Fakat dokuzuncu çağrıyı yanıtladığımda hiç beklemediğim kadar hararetli bir sitemle karşılaştım. Dün sabahta bıraktığım ekip konusu tekrar gündemime girmişti. Akşam Ferit'in evinde buluşacaktık. Sormaya çekindiğimden, Nazlı'nın gelip gelmeyeceğini öğrenememiştim. Akşam olana kadar bu gizemin yarattığı heyecanı yitirir, Ferit'in evine vardığımdaysa cevabımı almış olurdum. Günlerdir içimden gelen isteğe, bu toplanma bahanesiyle, kulak verebilmiş ve berbere gitmiştim. Şu boynumun üstündeki karmakarışık şeye surat demek için uzun bir süre kırpılması gerekti.
Akşam Ferit'in evine gitmek için hazırlanırken normalinden fazla zaman harcadığımı fark ettim. Ben ne kadar aklımdaki fırtınaları diplere gömmek için çırpınsam da rüzgarları bir boşluk bulup esiyordu. Açıkça ortadaydı, kendime özen gösteriyordum. Kafamda, ne menşeini ne de tarafımı bildiğim bir savaş vardı. Ya Nazlı'nın geleceğinden korkuyor ya da gelmesi için can atıyordum. Bu sıcak ve soğuk arasındaki sıtma titrekliği, evden çıkmadan önce altı kez aynaya bakmamı sağlamıştı. Nihayet sokağa çıktığımdaysa önce çilingire uğrayıp borcumu ödedim. Sıfır çizgisinde olmak istiyordum. Olası bir kıvılcım durumunda kalbimdeki ateş harlanırsa, ateşin içinde kalan birtakım şeylerin peşinden tutuşmamalıydım. Kısacası, Nazlı'yı orada görecek olursam, bu buluşma sırasında zemin katta olmalıydım. Hiç dibe çökmemiş gibi, dibe çökmekten korkmamalı; yalnızca yükseğe çıkabileceğimi düşünmeliydim. İnsan bir kere dibi gördü mü bir daha düşmekten korkmazdı çünkü. Oysa ben Nazlı'nın karşısında, öncesinde hiç Nazlı'yı görmemiş, içinde adı sanı geçen hiçbir zamanı yaşamamış gibi olacaktım. Onu düşündüğüm zamanlardan kalma bir borcum, bir hatıram bir daha hiç karşıma çıkmayacak, inancımı sarsmayacaktı.
Ferit'in evinin bulunduğu sokağa girdiğimde Melih'i arayıp kimlerin geldiğini sordum. "Henüz kimse yok, gel sen." dedi. Daha eve girmeden biriyle karşılaşmamak için hızlıca binaya girip yukarı çıktım. Kapıyı Melih açtı. Ferit, mutfakta atıştırmalık bir şeyler hazırlıyordu. O sırada elim boş geldiğimi hatırlayınca ağırdan bir utanma sıvıştı suratıma. Girip salona oturdum. Mutfak ve salonu ayıran dikdörtgen bir masa vardı. Etrafında yükse bar tabureleri bulunuyordu. Melih o sandalyelerden birine oturmuştu. Ferit arkasını dönüp beni selamladığında elindeki iki kaseyi masaya bırakıyordu. Melih de o sırada ayaklanıp cezvede pişen kahveleri iki fincana ortaklaşa döküp masaya getirdikten sonra bana dönerek, "İçersen sana da yapayım." dedi. Teşekkür etmekle yetindim; kahve fincanını tutarsam elimin titrekliği belli olurdu. Bir müddet evi incelemeye devam ettim. Sapsarı bir ışık vardı masanın tam üstünde. Duvarların açık rengine nazaran mutfak dolapları kahverengine yakın tonlara çalıyordu. Evdeki tüm eşyalar, isteksizce bir araya gelmiş suratı asık birkaç iş adamı gibiydi. Muazzam bir uyumsuzluk içindeydiler. İçim darlanmaya başlamıştı. İnsan, bu eşyaların arasında boğulmadan birkaç gün geçiremezdi. Bu, fikrimdeki dalgın denizde kürek çekerken zilin sesiyle irkildim. Ellerimde titreklik, göğsüm ve belimdeki ter suyu ani bir artış çizmişti. Ekibin geri kalanının kapıdan girdiğini gördüm. Başımı yere eğip göz ucuyla bakıyordum. Nazlı da gelmişti ve suratından tatsız bir gülümseme okunuyordu. Benim kadar acılı bir huzursuzluk yaşamadığı belliydi. Nedense, bu görüntü, içimde inanılmaz bir ihanet hissi yarattı. Kendimi toplayıp başımı kaldırdım. Herkesi başımla selamlayarak, birkaç karşılama sözü söylerken yerimden kalkmadım. Biraz sonra Nazlı'nın bu rahatlığı benim de üstümdeki yükü atmış ve beni daha gerçekçi bir rüyaya taşımıştı. Zeynep ve Nazlı masaya geçtiler. Melih'in, sandalyesini Zeynep'e verip yanımdaki koltuğa oturduğunu gördüm. Ferit masada kalmış, Selim de odanın öbür tarafındaki sallanan sandalyeye kurulmuştu. Kısa bir hal hatır sohbetinden sonra, aniden oyun konusuna geldik. Ben baştan sona kafamdaki hikayeyi anlattım. Bunun, bu şekilde oynanamayacağını, sahne sıklığının azaltılıp konunun diyaloglarla doldurulması ve yönlendirilmesi gerektiği savunuldu. Görüntülerin, sahneye uygun formlara sokulması lazım geldiği söylendi. En sonunda, adamın üzerine yoğunlaşma ve karakterin derinlerine inip ona bir yazgı bulma görevini üstlendim. Bunu kolaylıkla yapacağımdan emindim. Saatlerce süren sohbet, ağızda gevşeyen kelimelerle son buldu. Çoğumuzun ne söylediğini anlayacak hali kalmamıştı.
Aynı anda toparlanıp evden çıktığımızda suratıma esen soğuk hava bedenim ve zihnime dinginlik getirmişti. Melih'in benimle geleceğini umuyordum fakat hızlıca yanımdan ayrılıp yoluna devam etti. Arkamı dönüp kimseyle göz göze gelmeden kaçmayı planlıyordum. Sokağın sonuna doğru yürürken arkamdan Selim'in sesi yetişti. Dönüp bir el salladım ve yoluma kaldığım yerden devam ettim. Sessiz sedasız geçtim içinden dünyanın, kimseyi uyandırmadan; kendimi dahi.
-İKİNCİ PERDE
Her şey neredeyse bitmiş gibiydi. Bir hafta sonrası için, Kadıköy'de, provaları yapacağımız bir sahne bile ayarlamıştık. Aslında, korkuyordum. Son birkaç aydır hayat çok normaldi. Sevdiğim kadından kaçırdığım bakışlarım oluyordu, çekinerek söylediğim cümlelerim ya da en ufak bir yakınlaşmada terleyen avuç içlerim; hepsi olağanüstü bir olağanlıkla seyrediyordu. Kafamdaki oyun bambaşka bir hal almış, o hissettiğim salt biricikliğini yitirmeye yaklaşmıştı. Yine de herkes, ondan, benim oyunum olarak bahsediyor, yazar bölümüne adımı yazmakla beraber beni akıl almaz bir yabancılığa sürüklüyordu. Sanki bir başkasının cümlelerini tırnak işaretleri içine almış ve "Bu, benim eserim!" diyerek birilerinin önüne atmış gibi hissediyordum. Daha çok, yazdığım bir romanın uyarlamasını seyrediyor gibiydim, sahneleri kafamda canlandırırken. Çünkü kağıt üstünde her şey, artık sahneye uygundu; zihnimdeki sonsuz boyutlu, şekilsiz bir evrene değil.
Dün gece, provadan önceki son toplantıyı yaptık. Oyunun yazımı tamamen bitti. Roller netleşti. Selim ve Zeynep başrolleri oynayacaklardı. Melih doktor rolünü aldı. Ferit yalnızca dekorla ilgileneceğini söyledi. Nazlı'nın oynadığı oyun sezon finali yapmış olduğundan, benim oyunumun yönetmenliğini rahatlıkla kabul edebileceğini söyledi. Geriye kalan detaylardan ben sorumluydum. Yalnızca oyun yazarı olarak kalmak istesem de bu açığı kapatmayı kabul ettim. Arada, Nazlı'yla özel olarak konuşacak vaktim de olmuştu. Aramızdaki karanlık geçmişe çakmak yakacak kadar bir şey yaşanmasa da merak ettiğimiz alternatif bir oyun için prova yapacağımız günün akşamına sözleştik. İçimdeki belirsiz hissiyatla beraber, ürkütücü bir çağdan, tekrar, geçiyorduk.
Boş sahnenin köşesindeki bir sandalyede otururken Melih, yaklaşık 80 sayfalık bir kağıt yığınını önümdeki masanın üzerine fırlattı. Kapağın üstünde yalnızca ufak puntolarla yazılmış "Yazar:" ibaresi ve karşısında ismim yazıyordu. Henüz oyuna bir isim bulamamıştık. Sanki, bir şeyin isimsiz kalması onu hiç var etmeyecekmiş gibi, günlerdir, herkes isim arayışına düşmüştü; bana ise, bu bembeyaz kağıt üstündeki boşluk daha çok haz veriyordu. Bomboş bir afişe yalnızca tarih, saat ve mekan yazsak kimse bu oyunun varlığına inanıp seyretmeye gelmeyecek miydi? Şehrin tüm ara sokakları hiçbir şey anlatmayan bembeyaz kağıtlarla dolup insanları tek bir yere davet etse, kimse merakına yenik düşmeyecek miydi sanki?Caddelerde, vapurlarda, trenlerde insanlar belirsizlik denen tek bir sebeple var oluşlarını sürdürmüyor muydu ki neye çağırdığı belli olmayan bomboş kağıtların peşine takılmasın.
"Sende de bulunsun bir tane," dedi Melih, "hatıra niyetine. Oyun senin sonuçta." Bir hatıradan çok bir ayak izi bırakmıştım sanki dünyaya. Buradan bir ben geçmiştim ve bu kağıt yığını da işlediğim suçun kanıtıydı işte.
Prova bitiminde ilk kez her şeyin harika gittiğini hissetmiştim. Herkes ayrıldıktan sonra... Bir müddet... Boş sahnenin ortasında, siyah masanın üzerinde, yorgunluktan eğilmiş boynumu hiç kıpırdatmadan göz ucuyla koltuklara bakıyordum. Tam üzerimde sapsarı bir ışık vardı ve karşımda hiç kimseler oturuyor, bomboş koltuklardan beni seyrediyorlardı. Daha sonra Nazlı geldi. O da masanın üzerine yarım yamalak oturmuş, bir ayağı boşta sallanırken baktığım yerlere odaklanmaya çalışıyordu. Birbirimizle ilk kez tanışmış gibi davranıyorduk; oysa bu, daha önce birçok kez yaşanmıştı. Belki hiç konuşmamak en güzeli diye düşünmüştüm, hiç tanışmamak, hiç anlaşmamak. Böylelikle ikimiz de birbirimizi daha çok severdik. Hiç ses çıkarmadan, hiç rahatsız olmadan ve belki bazen varlığımızı bile unutarak...
Çocukken bir arkadaşım vardı. İsmini bile doğru dürüst hatırlamıyorum. Her gün aynı saatte, aynı yerde buluşur ve daha öncesinden sözleşmiş gibi, hiçbir şey konuşmadan dolanmaya başlardık. Gittiğimiz yerler hep aynıydı. Hep bir arada ve yalnızdık. Ayrıldığımız zaman da hiçbir şey hissetmemiş, hiç yalnızlık çekmemiştik.
-ÜÇÜNCÜ SAHNE
"Bugün hiçbir şey olmadı. Bir önceki gün de. Daha önce de hiçbir şey yaşanmadı. Daha öncesi hiç olmadı bile hatta. Bir sanal zeminde yürüdüm bir müddet, hepsi bu. Yalnızlıktan olup tenha bir dünyadan geçtim ve geldiğim noktada ayaklarımın yere bastığını hissediyorum. Ölülerin arasından geçiyorum; hepsi yaşadığını zannediyor. Benim de öyle! Benim de yaşadığımı iddia ediyorlar ki ben onlardan farklı olduğumu değil; onların benden farklı olmadığını söylüyorum yalnızca. Doktorlar geliyor bazen. Bir iki defa bileklerimi kesmeyi denedim, üzerime çullandılar, durdurmak için. Bence korkuyorlar. Bileklerimi kestiğimde ölmediğimi görmekten, kendilerinin de birer ölü olduğunu görmekten korkuyorlar! Gördüğüm bu dünyanın nasıl da parlak ve canlı renklerle boyandığına bak. Dünya bu değildi ki! Soluk birer lekeydi tüm ışıklar ve ancak uzak sahillerden görünen o adaların sokak lambaları gibi parlayan sonsuz köşeli görüntüler vardı üstünde dünyanın. Kan kaybediyor gibiyim iyice. Netleşiyor gördüklerim gittikçe..."
Yaklaşık bir dakika boyunca alkış sesleri duydum. Kesildiğinde hiçbir şey kalmamıştı geriye. Her şey bir dakikalık alkış içindi, fazlası değil. Yaşamak da bu kadar basit bir huydu işte. Öldükten sonra birkaç dakikalık alkış içindi her şey. Kalanı akıl almaz bir realizm.
Nazlı'yla aram hala çok düzeyli ve sıradandı. Gel-gitsiz bir ilişki. Hep bir arada ve yalnızdık. "İşte!" dedim, "Tam da burada. Bitirmeliyim her şeyi. Alkışlarla."