Yeşil kazaklı esmer çocuklar, ince montlarını omuzlarına geçirip önlerindeki bozuklukları topladıktan ve armonikalarını arka ceplerine attıktan sonra alt geçidi şakalaşarak terk ettiler. Doğduğum zamandan itibaren, yeryüzünde gerek insan yılına gerekse köpek yılına göre ne kadar uzun zaman geçmiş olursa olsun, müzik aletleri ve yoksulluk, 'Nadir Değişim Gösteren Kavramlar' listemde yer edinmeyi sürdürecektir. Bir insan için olasıdan biraz fazla, bir köpek içinse mucivezi denebilecek kadar uzun yaşadım. Buna rağmen bir televizyon programında ya da herhangi medya platformunda yer almayan bir yaşanmışlığım oldu. Popüler olduğum kitle daha çok ilçe mezarlığındadır. Bunu ise çoğunun cenaze merasimine katılmama boçluyumdur. Türümün son örneği olmak için, diğer tüm köpeklerle yarışta gibiyim. Bundan olacak ki yaşadığım semtte beni gören gençler, 'hala ne bekliyorsun' edasıyla süzüyor çökmüş bedenimi.
Bugüne kadar tarihe çok kez tanıklık ettim ve bir gün mutlaka ifade vereceğim. Yalnızca doğru zamanı kolluyorum. Açık konuşmak gerekirse geleceğim için kuşku duymuyorum. Hayatımın bilmem kaçıncı baharındayım ve kendimi çoğu zaman bir bebek kadar genç hissediyorum. Buna dayanarak gelecek zamanı da değiştirmek istiyorum. Çünkü onun şimdiki halini sevmiyorum. İnsanların, bir kaldırıma tünen bedenimi samimiyetsiz mütevazilikleriyle okşadıktan sonra dezenfekte ihtiyacı duymalarından hoşlanmıyorum. Ben yalnızca bu kirlenmiş sokaklarda yaşamak suçuyla boğuşurken, kirlettikleri sokakların kirinden arınmaya çalışanları samimi bulamıyorum. Fakat hayata tek açıdan bakmak bana özgü bir nitelik değildir. Yaşanan her çağda, yaşayan her ruha, bu hayat hareketini bir yanıyla sevdirecek şeyler daima bulunur. Ben de herkes gibi dünyanın bu kontenjanından zaman zaman yararlanıyorum. Armonikalı çocukları seviyorum. Akordeonlu palyaçoları seviyorum. Alt geçitlerde, insanların fazladan bozukluğundan çok, sanata ayıracakları fazladan zamanlarına göz diken insanları seviyorum. Sokak aralarında, yapay ağaç kenarlarında umutlu şarkılar söyleyen gençleri seviyorum. Geceleri, yattığım kuytudan zamansız ıslık sesleri duymayı seviyorum. Eski fotoğrafları seviyorum. Aydınlık günler için şiir yazanları seviyorum. Kısaca, yaşamanın bir yanıyla güzelliğini fark edenleri seviyorum.
Çocukların ardından ben de alt geçidi terk etme kararı aldım. Umudun olmadığı yerlerde bulunmaktan hazzetmem. Ve sanat, umudun diğer adıdır. Asansör bekleyen kalabalık, yürüyen merdivenleri sakinliğe bırakmıştı. Yıllar önce insanlar, hiçbir elektrikli manyetizma ya da mekanik güç desteğiyle çalışmayan; yeni nesilin kullandığı dille 'manuel' de denebilecek bir yapı yardımıyla yukarıya çıkmayı öğrenmişti. Tabii bu yüz yıllar önceydi. Daha sonra bu işi onların yerine yapabilecek bir mekanizma ürettiler. Ve bacaklarını onlara teslim ettiler. Yürüyen merdiven ismi, bu mekanizma için en uygun tanım olacaktı. Yıllarca kullandılar bunu alt geçitlerde. Biz köpekler 'manuel' merdivenleri kullanmaya devam ettik. Bu, insan ırkı üzerinde sağladığımız bir üstünlüktü. Onlar, önce hantallaşmayı öğrendiler; sonra, artık bizim kadar atik olmadıklarını. Tarih boyunca aramızda böyle savaşlar yaşandı. Doğa, insanları evcilleştirdi ve onlar hıncı doğanın parçası olan bizlerden almayı tercih ettiler. Bize karşı sağladıkları ilk üstünlük buydu. Bizden önce ve sonra daha birçok hayvanı evcilleştirmeyi başarmışlardı. Kendilerinin de doğanın bir parçası olduklarını unutana kadar... Bu unutuş onlara, doğaya hükmetmeye çalışmak gibi bir huy edindirdi. Ve insanın en asil düşmanı hafızası oldu.
Yürüyen merdivenler, beni yer üstüne çıkardı. Derin bir nefes çektim içime. Tezatların şehri İstanbul... Eskiden bu şehir, birbirine karışan esanslar dünyanın en güzel kokusunu oluşturmuş gibi kokardı. Şimdi çürük et ve kimyasal atık kokularının berbat birleşimi var havada. Son dünya savaşının ardından gezegenin neredeyse her yerinde insan yaşamı ritüellerini değiştirdi. Ben gördüm bunu! Kuşlar ya da deniz canlıları değil; ben gördüm! Çünkü insanoğlu, terk etti görünen yüzeyleri bir bir. Evlerini yerin altına inşa ettiler. Dünya, silahların boyundurluğuna girdiğinden beri insan, yeryüzünde, ölümden ve kandan başka hiçbir şey öğrenemedi. Uzaya çıkan insanoğlu, zihniyetini, geldiği mağaralara tekrar hapsetti.
İstanbul, yeni şehirleşme yapılarının en kaliteli temsilcileri arasında bir şehirdi. Yeraltı ulaşımı ve yerleşiminde diğer dünya ülkeleriyle yarışta bir şehir. Yeryüzü, haftasonları dışında neredeyse kullanılmaz oldu insanlık için. Hiçbirinin, kendi nefret manzarasını izlemeye vicdanı el vermediği içindir belki de. Oysa eskiden, sahillerin yalnızca bazı kısımlarında denize girmek tehlikeli ve yasaktı onlar için. Şimdi hiçbir canlı dokunamıyor o sulara. Bunun acısını, göz kapaklarıma eski İstanbul tablolarını çizerken, sahil yolunda yönünü koklayan bir köpeğin onur kavgasını göğsüme gerip de yürüyerek çıkardım, yaşadığım sokağa gelene kadar. Burada, davama ortak olduğundan haberi olmayan bir avuç insanla beraber yaşıyordum zamanında. Gerçek yeryüzü insanlarıyla.
Son savaşta tüm ailesini kaybeden gençler, eski bir kahvehaneye yerleştiler yıllar önce. Bir hareket başlattılar kendilerince. Bir direniş, dünyaya karşı. Eski dünya yaşamını kazanmak için eskiye yöneldiler. Dijital gazetelere karşı rotatif kullandılar, yeraltı yaşamına karşı yeryüzüne tutundular, son teknoloji besinlere karşı ufak seralar kurdular ve mektuplaştılar dünyanın her köşesiyle. Her dilde mektuplar yazıp davet ettiler dünya insanlarını bu onur kavgasına. İstanbul'da başlayan bu hareket, yirmiden fazla dünya şehrinde destek buldu, devam etti. Değişik ırklardan insanlar ziyaret etmeye başladı onları. Eskiye dönük bir yenileşme hareketine önder oldular.
Yıllar önce bir gün, benim de bu sokağa yolum düşmüştü. Sahil yolunda, sahibinin avuçlarındaki tasmayla dolaşan, zengin görünümlü parlak sarı tüyleri ve narin patileriyle benim bu yaşlı bedenimi titreten güzellikte bir dişi; önce aklıma, daha sonra gönlüme düşmüş, buna paralel olarak ben de yükümü sırtlayıp peşine düşmüştüm. Yaşadığı ev, bu sokağın sonundaki alt geçitle bağlanan yeraltı caddelerinin birindeydi. Bu kartlaşmış halimle ona ismini sorma terbiyesizliğinde bulunduğumda, "Katiya." demişti, "İsmim Katiya bayım." Vücumdumdaki kan dolaşımına bir zehir gibi enjekte ettiği güzel görünümüne nazaran, "Ah! Katiya!" demiştim içimden o anda, "Şu an bir sigara yakmıyorsam, bu, hikayemin gerçekçiliğini daha fazla bozmamak içindir! Savaş görmüş bir yaşlı olduğuma bakma Katiya, ruhum, embriyo kadar genç!"
Katiya'nın kokusunu birkaç defa takip ettikten sonra rastlamıştım o sokaktaki gençlere. Kapılarında tir tir titrerken geceleri, çözmeye çalıştım ne yaptıklarını. Diğer tüm insanlar gibi bana aldırış etmediklerini düşünürken, ellerinde bir barakayla yanıma geldiklerinde ise, "Bu, eski insanlık! Hoşgeldin gerçek insanlık!" diye bağırmıştım içimden. O günden sonra yanlarında yaşamaya başladım. Soğuk gecelerde iki sobayla ısınan kahvehaneye almaya başladılar beni, daha sonra. Şarkılar söylediler, dinledim. Şiirler okudular, dinledim. Bazen herkesin yattığı saatlerde "Seviyorum sizi baylar! Siz, yaşamayı biliyorsunuz!" diye yineledim onlara, hiçbiri kalkıp da "Niye havlıyor bu köpek bu saatte?" demedi. Bir akşam, neredeyse benim kadar yaşlıca biri katıldı aramıza. Biraz bozuk bir gramafon getirmişti yanında. Bu, milattan önce kullanılan bir aletti insanlık için. "Plak yok ama..." diyerek, mahzun bir tebessümle takdim etmişti armağanını. Daha sonra, büyük masa etrafında toplanan gençlere dönerek, "Ben, yıllar önce, gençlik çağlarımda bu kahvehaneye gelerek, bir hikaye yarışmasından bahsetmiştim, kahvehanenin sahibine." dedi, "O zamanlar, şu arkanızdaki duvarda büyük bir tablo vardı. Bir İstanbul fotoğrafı. Bin dokuz yüz altmış üç yılına ait bir İstanbul fotoğrafı. Kız kulesinin önünde tekneler, teknelerde balıkçılar ve altlarındaki berrak denizde uzanan büyük balık ağlarıyla bir İstanbul fotoğrafı. Kahvehane sahibi rahmetli Hayati amcaydı. Bu tabloyu gösterip 'Bak,' demişti, 'bu fotoğraf elli dört yıl önce çekildi. Şimdi buna bakarak elli dört yıl sonrasını sen hesap et.' Şimdi siz önünüzdeki bu İstanbul'a bakınca elli dört yıl sonrasını görebiliyor musunuz? Ben o zamanlar da görememiştim." dedi. Masadakilerden biri, "Peki yarışma ne oldu?" dediğinde ise, "Bir köpeğin ağzından yazmayı düşündüm fakat daha bitiremedim." diye ekledi. Herkes, gözlerini yorgun bedenime yığıp kahkahalar savurmaya başladı. Havladım onlara, "Bu hikayeden bir iş çıkmaz!" demek için.
Artık bu sokağa geldiğimde barakamın içine kurularak, yalnızca, onların artıkları olan bu hatıraları koklayabiliyorum ne yazık ki. Çünkü kaybettiler bu kavgayı. Her umutlu insan gibi... Savaştan önce bir Amerikan şirketi, insanın, uzay boşluğunda savrulmayacak kadar güçlü bir varlık olduğunu kanıtlamak için buradan çok uzaklarda bir gezegene insanoğlu çıkartması yapmış, fakat savaş nedeniyle neredeyse hiç duramadam geri getirmişti bu dünya atıklarını. Ne garip, geri geldiklerindeyse savaş bitmişti bile! Bunu onuruna yediremeyen şirket, tekrar deneme girişimlerinde bulundu ve o uzak gezegene daha kısa sürede ulaşım sağlayabilecek araçlar geliştirdi. Artık temelli uzaya yerleşebilen bu dünya atıklarına karşı, kendi gezegenini zaten yağmalamış diğer yaratıklar; atıkların herhangi bir 'Dünya'dan bağımsızlık' isteğine hazırlık olarak uzay savaşı teknolojileri için girişimlerde bulundu. İşte bunun üzerine iyice pes eden dostlarım tüm hazırlıklardan sonra o uzak gezegenin yolunu tuttu. Beyaz adamlar, oraya da barış götürmek istemeden önce, dostlarımın gerçek barışı vardı gezegene. Bana bu koca kahvehane ve içinde barakamla beraber, "Tarih tekerrürden ibarettir." yazılı bir pano bıraktılar sadece.