Gece yarısı nefes alan, almayan her maddeye yalnızlığını hatırlatan kutsal yerlerdir otel odaları. Yalnızca yeryüzünde değil; bütün evren içindeki yalnızlık bu. Kadınlar, arkadaşlar ya da evcil hayvanlarla alakası yok. Bir arayış sırasındaki kayboluşun yalnızlığından bahsediyorum. Bavulu elime alıp evden çıkarken annemin göz yaşlarında gördüğüm tam da buydu. Sakin bir otel bulmadan acı çekmeye başlamanın doğru olmayacağı. Bu yüzden önce öfkeyle çıktım evden. Yeryüzünün adaletine, karanlık yaşantılara küfrederek yürüdüm. Hızlı hızlı yürürken küfretmekten başka çaresi olmuyor insanın. Otogardan en erken otobüse bilet alıp İstanbul'a geldim. Az çok bilgim vardı buralar hakkında. Sakin olabileceğini düşündüğüm bir semtte, ara sokakta, kıçı kırık bir otel buldum. Girişteki koltuklarda iki kişi uyuyordu, bir kişi de tüplü televizyona dalmış, içeri girdiğimi fark etmemişti bile. Bunu televizyon programına değil, yaşına verdim. Arada bir durup nefes alıyor mu diye kontrol edilmesi gereken yaşlardaydı çünkü. Resepsiyon boştu. Köşedeki koltukta ağzı açık uyuyan adamsa tam bu göreve uygun duruyordu. Yine de emin olamayıp koltukların birine de ben oturdum. Yaşlı olan yavaşça, "Nereden geliyorsun?" dedi, "Antalya'dan." dedim. "Bana küçük oğlumun gençliğini hatırlattın." dedi, "Geçenlerde kaybettim kendisini. Bebeğim henüz yetmiş üç yaşındaydı." Derin bir nefesle televizyonuna geri döndü. İsmi Ruhi Mücerret olmalıydı. Biraz sonra bir kadın yaşlı gözlerle, burnunu çeke çeke girdi içeri. Resepsiyona geçip öfkeyle üst üste zile basmaya başladı. Bu kadınlar, neden öfkelendikçe bütün dünyayı rahatsız etmek isterler ki! Ağzı açık uyuyan adam mahçup bir şekilde kalkıp resepsiyona geçti. Kadına bir oda verdi, ardından beni fark etti. "Oda mı istiyorsun?" dedi. Kalkıp karşısına geçtim, "Evet, ne kadar geceliği?" derken cebimden cüzdanımı çıkardım. "Oda kalmadı kardeşim. Yan sokaktaki otele bak." dedi. "Ama ben o kadından önce gelmiştim." dedim. "Kardeşim yan sokaktaki otele bak sen, orda vardır oda. Napayım sen istedin diye kat mı çıkayım otele? Yok işte arkadaşım!" diye gürleyince çıktım. Öfkeme biraz daha mahzunluk ekleyip yan sokaktaki otele girdim. Burası daha normal görünüyordu. Resepsiyonda biri vardı ve hiç de asık suratlı görünmüyordu. Bir oda istedim. Mümkünse sakin bir yaşam sürmek istediğimi belirttim. Buranın bu saatlerde en sakin semtlerden biri olduğunu söyleyerek içimi rahatlattı. Balkonu sokağa bakan bir oda verdi. Bavulumu fırlatıp rahatça acı çekebileceğim bir yer aradım. Yatağın yanındaki koltuk cazip geldi. Oturup telefonumu çıkardım. Rastgele bir numara çevirdim. Meşgul çaldı. Başka bir numara daha çevirdim. Bu kez bir kadın açtı. "Merhaba, ben Yaşayan Ölüler Derneği'nden arıyorum." dedim, "Bağış yapmak ister miydiniz?" Kadının bocalamış gülüşünden sonra, "Pardon, anlamadım. Kime bağış yapmak ister miyim?" sesi geldi. "Bana." dedim, "Yanlış anlamayın anketör ya da dilenci değilim. Sizden para da istemiyorum. Sadece çok yalnızım. Varsa, fazladan yalnızlığınızı benimle paylaşır mısınız?" Bir kez daha bocalamış gibi güldü, "Bu saatte mi?" dedi. Cevap vermedim. Böyle şeylerin de saati mi olur? Kısa süreli bir sessizlikten sonra, "Pardon da öldüğünüzü mü söylüyorsunuz, ben anlamadım?" dedi. "Yerin altındakilerin, yerin üstündekilere yaşamayı bekleyen ölüler gözüyle baktığını söylemeye çalışıyorum." dedim. Kadın sarhoş olmalıydı. Sarhoş olmasaydı bu saatte bu muhabbete katlanamazdı kesinlikle. Zaten çakırkeyifler de bir etki altında öyle uzun süre kalmazlar. "Ben şu an müsait değilim." dedi kadın gülerek. "Hiç sorun değil." dedim, "Bu numaradan sizi tekrar rahatsız ederim. İşsiz ve parasız olduğuma bakmayın daha elli üç dakika konuşma hakkım var."
Telefonu kapatıp kendimi yatağa atacakken bu saatlerde en sakinlerden olan semtteki bomba sesiyle irkildim. Daha sonra çığlıklar, sirenler, kalabalık gürültüleri doldu odaya. Az önceki kadını tekrar aradım. "Nerede oturuyordun?" dedim. Ankarada yaşadığını söyleyince, "Bebeğim, keşke biraz daha müsait olabilseydin. Sana bir bomba sesi dinletebilirdim." dedim. Bir şey demeden kapattı. "Daha önce kaç erkek sana bomba sesi dinletti sanki. Şu vazgeçilmezliğinden bir an önce vazgeçmelisin." diye mırıldandım. Balkondan, kalabalığın toplandığı yeri seçmeye çalıştım. Göremeyince aşağı indim. Resepsiyondaki adam, "Şu an dısarıya çıkmanız pek sağlıklı olmaz efendim." dedi. Duymazdan geldim. Seslere doğru yürüdüm. Polis arabaları, ambulanslar ve insanların oluşturduğu bir kalabalığa doğru yaklaştım. Biraz sonra basın mensupları geldi. Pek ismi duyulmamış bir kanalın kameramanı da bana doğru koştu. Ben de ona doğru koştum. Adam bunu görünce bir an durdu. O durunca ben de durdum. Aramızdaki iletişim kopukluğu ortada asılı kalınca adam bir müddet burnunu kaşıyıp başka yöne yürümeye yeltendi. "Sayın basın mensubu!" diye bağırdım, "Gitmeyin, neler olduğunu açıklayabilirim!" Başkasına gitmesine fırsat veremezmişim gibi bir kıskançlık doldu içime. Saçma sapanlığın ete kemiğe bürünmüş hali gibi hissettim kendimi. Kameramanımın önünden bir kadın muhabir geldi. Mikrofonu uzatıp "Beyefendi neler oluyor?" dedi. "Son otuz beş-kırk yıldır ülkemizdeki terör eylemlerinin aynısı oluyor sayın basın mensubu, panik yapmayın." dedim, "Dün sabah babamla kavga ettim. İki yıldır Antalya'da makine mühendisliği okuyorum. Bu sene sınavlara tekrar hazırlanıp güzel sanatlar fakültesinde okuyacağımı söyledim. Sonra evden çıkıp İstanbul'a geldim. Buralarda bir otele yerleştim. O sırada bomba patladı. Ama korkmayın, bütün bunların sorumlusu ben değilim."
"Peki bütün bunların sorumlusu hakkında bir fikriniz var mı?"
"Tabii ki de. Herkes gibi. Fakat bunları konuşmak için daha uygun bir yerde görüşmeliyiz. Kaldığım otel, sağlımız açısından daha iyi."
Bir şey demeden gittiler. Bu, resepsiyonistin bana ikinci kazığıydı. Terk edilmenin acısıyla otele geri dönmeye karar verdim. Yolda sosyal medyaya göz attım. Yayın yasağı getirildiğiden, erişimin engellendiğinden bahseden şeyler okudum. Sitedeki isyanın yarattığı kaos ortamı, olay mahalinden daha karışıktı. Birkaç doğum günü ve 'mutlu yıllar dilemek ister misin?' bildirimi aldım. Otele girerken resepsiyonistin beni tek parça halinde görmekten mutluluk duyacağını düşünüyordum. Ben de ona ithafen, tek parça halinde dönmenin gururuyla göğüs kabartacaktım. Fakat girdiğimde televizyona kitlenmiş son dakika haberlerine bakıyordu. Geldiğimi fark etmeyince hiç ses etmeden odama çıktım. Sosyal medya profillerimden; bu ülke çapında ses getiren olayın mahaline yakın olduğuma, yine de iyi olduğuma ve benim için tedirgin olunmaması gerektiğine dair bir bildiri yayınladım. Bunu umursayan kimse olmadı. Telefonu fırlatıp yalnızlığıma, çaresizliğime, uzay boşluğunda çırpınışlarıma acıdım. İnsanoğlunun değersizliğine, buna rağmen kendini hala bir bok sanışına acıdım. Asabi kadınların kocalarına acıdım. Gün boyu bilardo salonlarının mermer basamaklarında oturan çocuklara acıdım. Sonra hepsi geçti ve en çok bu geçmişliğe, geçebilmişliğe acıdım.
Tekrar telefonu elime alıp rastgele bir numara daha çevirdim, kalın bir erkek sesi geldi bu defa. "Ben Yaşayan Ölüler Derneği'nden arıyorum." dedim, "Yaşadığınızı kanıtlayabilir misiniz?" Yıllardır böyle bir telefon bekliyormuş gibi, "Siz mezar taşı yapıyor musunuz?" dedi. "Ayarlayabilirim. Tanıdıklarım var." dedim. "Üstüne 'Çok Uykusuzum' yazmanı istiyorum." dedi. "İsminiz neydi?" dedim. "Çetin." diye karşılık verdi. "Yanlış anlama anketör ya da eşcinsel değilim Çetin. Yalnız mısın?" dedim.
"Hayır, evliyim."
"Bu daha berbattı Çetin." dedim. Daha sonra iyi geceler dileyip kapattım telefonu. Bu kez bir kadına ait olabileceğine inandığım bir numarayı çevirdim. Gerçekten bir kadın açtı. "Ben Yaşayan Ölüler Derneği'nden arıyorum." dedim, "Daha önce hiç planlı bir ölüm hazırlığınız oldu mu?" Telefonu suratıma kapattı. Daha iyi bir seçeneğim olamaz diye düşünüp tekrar ilk aradığım kadının numarasını çevirdim. Meşgul çaldı. Çıkıp bir taksi çevirmek istedim. Şoföre, "Öndekini takip et." demek istedim, "Peşime düşüyorum." demek istedim. Bir taksici tarafından linç edilmek beni kendime ulaştırabilirdi belki. Ya da bir taksici, belki insanı kendine bile ulaştırabilirdi.
/ikincisi devam ediyor. cephede savaş durulmuştur./
-ne iş yapıyorsun?
-oyun yazarıyım
-oyun yazarı mı? ne yazıyorsun?
-oyun yazıyorum dedim ya. insanların oynadıkları oyunları.
-arkadaş ortamında oynanabilecek oyunlar mı?
-hayır. daha çok dünya üzerinde oynanabilecek oyunlar bunlar.
-nasıl yani, tiyatro gibi mi?
-sayılır; ama bir farkı var. benim yazdıklarım genellikle önce oynanır, ben sonra yazarım.
-iyi de yazılı bir metin olmadan nasıl oynanabilirler ki?
-metne bağlı değil, kazanca bağlı olarak gelişen olay kurguları bunlar. biraz orta oyununa benziyor ama bu defa oyuncular düşünüyor, seyirciler oynuyor.
-sahne dekoru?
-arkada yıkık binalar var. aşağıda oynayan seyirciler, yani ağlayan kadınlar, ağlayan çocuklar oluyor. yukarıdakiler ise göğüs kabartan şişman insanlardan seçiliyor.
-bunun getirisi ne oluyor?
-maddi olarak diyorsan en çok yukarıdaki dekorlar kazanıyor. aşağıdakilerse her koşulda kaybediyorlar. biletlerini kendi paralarıyla alıyor fakat bilet almak isteyen kendileri değil. benim için bir getirisi olmuyor. anlatmaya çalışıyorum yalnızca.
-vicdanın rahatlıyordur en azından.
-vicdanın bu sıralar yeryüzünde getirisi değil götürüsü var.
-sen ölünce bunu devam ettirebilecek birileri var mı? bir oğrencin, bir mirasçın...
-elbet olacaktır. umarım ki gerek kalmaz.
-peki bu türün kendine özel bir ismi yok mu?
-ben, politika diyorum.
Gazete binası önündeki yoğunluk hiç alıştığım türden değildi. Açıkçası bir yerel gazetede çalışmak amatör mahalle takımlarında top koşturmak gibidir. Her maça çıktığında birinci ligde oynama umuduyla başlayıp bir avuç mahallelinin alkışlarıyla sahadan ayrılmak gibi. Bugüne kadar hiç top koşturmadım; olsa olsa haberini yapmışlığım vardır. Yine de amatör topçuların halinden anlayabilecek bir işim olduğunu, bu kalabalığı gördükten sonra fark ettim. Daha önce, meydandaki şenlikler dışında, bu şehrin de bu kadar kalabalık olduğunu görmemiştim. Kapının önü, içeri girilebilecek gibi değildi. Arka sokaktan dolanıp binanın yangın merdiveninden yukarı çıktım. İçeriye açılan kapı kilitliydi. İçerden birini arayıp açtırdım. Girdiğimde rotatiflerin sesini duymayı bekledim. Duymayınca tedirginliğim arttı. Üstelik bilgisayarlar da kapanmış, herkes ilk bulduğu yere çökmüştü. Yukarıdan gelen bağırış sesleri de olmasa zamanın akarken nasıl bir ses çıkardığı dahi tespit edilebilirdi. Daha sonra birisi bunu bir makaleyle açıklar gerekli idari bölümlere gönderirdi. Gerekli idari bölümler bunun oldukça ses getirecek ama işe de yaramayacak bir buluş olduğunu söyler ve meslektaşımız olan makale yazarı bunu kişisel bir hırs mevzuu olarak görür ve aynı makaleyi Avrupa'ya yollardı. Daha sonra Almanya'da bir ödül bile alırdı belki. Bunun üstüne ülkesi ve dünyadaki bilimsel gelişmelerin fonksiyonu hakkında birkaç sitemli yorumda bulunur, geri kalan hayatını vatan haini olarak idame ederdi
Yukarıdan gelen sesler iyice artınca bilgisayar masasında oturan editörlerden biri sigarasını masaya bastırıp üst kata fırladı. Şu an birine "Neler oluyor?" demek, bu soruyu devlete sormak kadar sakıncalıydı sanki. Bu yüzden ortama ayak uydurup boş bir yere çökmeyi düşündüm. Bunu yaparkense, acaba buradaki kaç kişinin benim gibi her şeyden bi'haber olduğunu anlamaya çalıştım. Etraftaki hiçbir gözün ardında saklı kalmış soruların tedirginliği görünmüyordu.
Gazeteden, şehrin her yanında saygınlık kazanmış birinin ölmüş olacağı dışında bir şey gelmiyordu aklıma. Bunun, durum karşısında oldukça masum bir düşünce olduğu da. Yukarı kattaki sesler gittikçe yaklaşmaya başladı, daha sonra polis telsizinin sesi, ardından polisler indi. Devletin, vatandaşa "Neler oluyor?" demesi gibi baktılar içeriye bir müddet. Daha sonra içlerinden en rütbeli olanı, "Evet arkadaşlar mesai bitmiştir, çabuk bir şekilde boşaltalım binayı. Lütfen zorluk çıkarmayalım." diyerek, elindeki telsizi savuruyordu üstümüzde. Yaktığı sigarayı alnına dayayarak en yakın sandalyeye çöktü. Kimsenin kıpırdayacağına umudu kalmayınca, "Arkadaşlar lütfen zorluk çıkarmayalım! Bu bir emirdir. Zorunluk çıkaracak olursanız 'lütfen' demeyi de bırakacağım!" Cümleleri, dil bilgisi dahilinde ünlem gerektirse de sesi, sanki bu cümlelere nokta bile konamayacakmış kadar bitkin çıkıyordu. Bu tür durumlarda bir ayaklanma başlatmak için, önce emre boyun eğen birkaç kıpırtı bekleyen tipler olur elbet. Bunu düşünerek yavaştan ayağa kalktım. Benimle birlikte iki de muhabir toparlanmaya başlayınca, editörlerden biri, "Arkadaşlar oturun!" diyerek ayağa kalktı. Sonrasında amire dönüp "Bakın memur bey," dedi, "bizler onuruyla işini yapan gazetecileriz. İş ahlakımızı olumsuz etkileyen herhangi bir girişimde bulunmadık. Yapmamız gerekeni yapmak, yüksek mevkilerin işine çomak sokmak olarak görüldüyse buradaki sıkıntı sizde demektir." 'Acaba amatör futbolcular da hakeme bu kadar rahat itiraz edebiliyor mu?' diye düşünmeden edemedim. Amir, ağzındaki dumanı sitemle üfleyerek, "Beyefendi bakın, benim elimden gelen bir şey değil anlıyor musu..."
"Sizin elinizden gelen nedir memur bey? Hak ve adalet elinizden gelmiyorsa bu uniformayı neden giyiyorsunuz?"
Bu tartışma üstüne, editöre destek vermek isteyen birkaç kişi daha ayaklanıp konuşmaya başladı. Bunun üstüne polisler zorluk çıkaranların üstüne çullanıp dışarı çıkarmaya çalıştı. Ellerini arkadan bağlayıp iteleyerek indirdiler aşağı. Bu defa geri kalanlar da ayaklanıp karşı mücaledeye geçtiler. Küfürler içinde bir arbede başladı. Karışıklık artınca içeriye bir ekip daha çağırıldı. İçerdeki herkesi arkadan kelepçelediler. Yangın merdiveninden çıkartıp ekip araçlarına bindirdiler. Benimle aynı araca binen editör bir müddet daha hakaretlerle isyana devam etti. Nihayet bunun bir sonuca varmayacağını anlayınca o da susmayı tercih etti.
Yetişkin bir devlet, otoritesini yükseltmek için kaç vatandaşın gözünden düşmeliydi? Tolstoy'un Polikuşka'sı, konak hizmetçilerine 'yukarı karısı' denmesine karşın 'halbuki konağın ne kadar da aşağıda bulunan bir yapı' olduğundan bahsederken böyle bir imgeleme mi yapıyordu? Otoriteler de konaklar gibi midir? Neyse ki bunlar zarif düşüncelerdi ve kapıya vuran jop sesiyle dağıldılar.
Arabadan inince apar topar emniyete soktular herkesi. Silahı emniyete almak budur. İçeri ilk giren polis, sorgu odalarının ayarlanması hakkında emir verdi. Hepimizi alt kata indirip koridordaki koltuklara oturttular. Hastane köşesinde beklemek gibi boğucuydu bu durum. Daha sonra dörderli gruplar halinde odaya almaya başladılar. Yanımdaki, ayak vuruşlarıyla ritim tutan yayın yönetmenine dönüp "Ağbi n'oluyor Allah için?" dedim. Güldü. "Ne alaka lan," dedi, "bilmiyon mu ne olduğunu?"
"Yok ağbi, kırk yılın başı işe geç kaldım. Geldiğimde herkes susuyordu, sormaya da cesaret edemedim."
"Bu sabah bakanlıkla işbirliği yapan bir şirketin zehirli artıkları doğaya döktüğüne dair bir haber yaptık. Sonrası malum..."
"Vay anasını satayım..."
Birkaç grubun ardından beni de aldılar içeri. "Bu haberi kim yaptı?", "Siz niye devlete zorluk çıkarıyorsunuz?" tarzında formalite sorulardan sonra serbest bıraktılar. Dönüşte araba servisi yoktu, herkes kendi imkanlarıyla olaysız bir şekilde dağıldı. Genel yayın yönetmeni; bir hafta iznimiz olduğunu, bu işin peşini bırakmayıp yakın zamanda gazeteyi tekrar yayımlayacağımızı, haftaya gazete önünde toplanacağımızı ve herhangi bir gelişme olursa telefonla bilgilendirileceğimizi söyleyip gitti. Ben yürümeyi tercih ettim. Yokuşut tırmanıp meydana çıktım. Yol üstündeki bakkaldan bir soda çekip mahalle stadının yolunu tuttum. Tribüne geçip açtım sodayı. Yıldız takımın hazırlık maçı vardı. Çocuklar antreman formalarını çıkarıp antrenörün etrafında toplandılar. Aldıkları taktiklerin gazıyla ortada üçlü çekip çıktılar sahaya. Takım kaptanı tribünlere doğru baktı. Sodayı kaldırıp selamladım. O da gülüp döndü. "Aynı kaderi paylaşıyoruz kardeşim!" diye bağırdım bir kahkahayla, "Vallahi bak!"
biz ki burada tarihe tanıklık ettik
ve şimdi ifade vereceğiz
-önce dünyaya militan
sonra kendine mahpus-
bir avuç insan
şimdi
burada
/bilinsin ki her şey biz ufka bakarken oldu
zifri karanlığın içinden ufka/
dünyayı omzuna koyar gibi
memleket dağlarının uzağında bir oğlan çocuğu
iki tutam külden doğdu
ismi atlas derler bir yük
cismi aynasız bir tevellüttendir ki belirsiz
-ne ağırdır insan dokunur da bilemez hani
böyle dokunduk tarihe ama göremedik bir şeyi
dokunduk ve temizlenmek için bir su bulamadık yazık ki
/kendi, kendine yargıç bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve ifade vereceğiz şimdi./
I
yüreğimdeki ihtilalin parmakuçlarında kül
kanımdan değin katran gibi sloganlarla
yüreğimin meydanı'na bir avuç insan yürür
bir sevdanın örgütlenişidir derler
göğsümün ortası durup bir yere bakarak kalır
yalnız bir yere bakarak öksürür
yok öyle gözlerine bakmaklara inanmak
o mavilik gökyüzüdür
/kendi, kendine devlet kadar soğuk bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve ifade vereceğiz şimdi./
II
bakın!
kolay değil bu dünyada
öyle akşamlara bir şeyleri gizlemeden çıkmak çünkü
önce kitaplar yakıldı
hayat hakkında çok şık fikirler çürüdü hücrelerde
devlet bildi, sürgün etti yari
o kapkara trenler ki kalktığında bir tek dumanı döndü geriye
bizler ufka baktık
zifri karanlıklar içinden ufka baktık ve görmedik bir şey
dokunduk sadece hissiyatına bunların
ve tanık olduk tarihe
/kendi, kendine namümkün bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve ifade vereceğiz şimdi./
III
iki gözüm beni bağışla
peşime düşen bu sevdayı sana yük ettim
hem biz neydik ki yük olduk sevdamızla
biz ki bir avuç insan
bizi bağışla
ne haddimizdi
kirpiklerindeki parmaklık ardında tutuklandık
ben ki ufka bakarken elimi omzuna koydum
'sana dokunan elim yansın
bir daha dokunursam tarihe' diyorum bundan
/kendi, kendine uzak bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve tarih bize ifade verecek şimdi./
IV
gövdeme bir pankart açtım:
'burada yaşama tehlikesi geçirdim ben'
silahlar ve füzelerle şiir yazılmaz dendi
silahlar ve füzelerle tarih yazdılar, neden?
-savaş meydanında kaç asker intihar eder?
-dünya, tarihten olma bir çocuk doğurur ve neden yara'dır ismi?
'naralar atıyorum!'
"Çöp konteynırı mıyım lan ben?" dediğim sırada üçüncü birasını açıyordu, "İçinde ne kadar çöp duygu varsa bana döktün anasını satayım!" Sanki hiç orada değilmiş, beni hiç tanımıyormuş gibi bir hali vardı, ben bunu söylerken. Denizin üstüne, kızıl bir akşam güneşi vuruyordu. Denizin üstüne kızıl bir akşam güneşi vuruyorsa, bu, ne kadar iç yakıcı duygu varsa hepsini beraberinde getiriyor demektir. Artık kapıları kapanmış bir vagon gibi önümde dalgalanan denize döndüm; kapılıp akmayı kaçırmış gibi.
Son birkaç saattir bana, kendisini terk eden bir heriften bahsediyordu. Onu ne kadar çok sevdiğinden, uğruna neleri feda edebileceğinden ve onun, bunların kaçta kaçını bildiğinden falan. Geceleri, hızlı semtlerde, amcaların devriyeye çıkmasıyla başlayan bir kargaşanın içinden toplamış gibiydi bu düşünceleri. Hepsi bir yerden sonra birbirine giren bir tutarsızlığa gömülüyordu. Bir adi, bir aşık olup işin işinden çıkamıyordu. "Üstüme çok geliyorsun, ben seni burada kendime yakın görüp içimi döküyorum." dedi. Hiç beklenmedik bir anda bitkisel hayattaki yakınımın şuuru yerine gelmiş gibi hissettim. Nasıl bir karşılık vereceğimi bilemeden daldım mevzuya. "Ne üstüne gelmesi lan!" diye bağırdım, "Seni seviyorum kızım anlıyor musun? Şu orospu çocuğundan kafanı bir kaldırsan, seni dünyanın en mutlu insanı yapacağımı bir kavrasan! Ulan ölürüm senin için kızım! Ölürüm lan anlıyor musun?" Başını yere eğdi. Kayalıkların üstündeki yazılara gömüldü bir müddet. Etrafta sahiplenilecek bir şeyler aradı. Çantasını kendine çekti biraz daha. Bir yudum daha aldı biradan. Yüzünü ekşitti. "Bu zıkkımın dibini sevemedim hiç." dedi. "Şu orospu çocuğunu dibine kadar seviyorsun ya işte." dedim, kırık bir sesle. Kendimle konuşurken kendimin bile duymasından korkuyormuş gibi sessizceydi üstelik. Şişeyi hafifçe sallayıp kayalıkların içine doğru bıraktı. "Ekolojik dengeyi böyle bozuyorsunuz!" dedim, "Sonra vay anasını küresel ısınma da neymiş? Bu zamlar da neymiş? Kendinizle yüzleşmekten korktuğunuz için soruyorsunuz bu soruları da!" Yüzündeki hiçbir şeyi değiştirmedi. "Ya ekolojik denge de beni bozuyorsa?" dedi sadece. Ayağa kalkıp silkelendi. Pılını pırtını topladı. Bir an önce siktir olup gitmenin peşindeydi. Böyle zamanlarda kadınlar, sevildiği kişi tarafından tecavüze uğrayacak korkusuyla hareket ediyormuş gibi geliyor bana. "Benden bu kadar korkmana gerek yok. Sana zarar verecek değilim." dedirtti bu tedirginliği. "Acelem var. Daha sonra yine konuşuruz, ararım seni." dedi. Samimiyetsiz bir tebessüm vardı suratında giderken. Alkollüyken her şey abartıya kaçıyormuş gibi olur zaten. Fazladan gülüyormuş, fazladan adım atıyormuş hatta fazladan seviyormuş gibi.
O gidince içimde ondan daha büyük bir boşluk oluştu. Telefonu çıkardım. Mısırlı, uygun bir herif olabilirdi. Boşluk kelimesiyle fiziki bir ölçütten bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. Aradım. "Yarım saate yanındayım." dedi. "Beşiktaş Sahil'deyim bak yanlış olmasın." diye üsteledim. İnce çocuktu. İnce kelimesiyle fiziki bir ölçütten bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. Kırk beş dakika sonra yanımda bitti Mısırlı. Etraftaki üç beş siyah poşete baktı. "Sen mi içtin lan bunların hepsini?" dedi. "Sayılır." dedim. Tiksinerek baktı. Bunu bu sıralar çok görüyordum. Oturacak gibi oldu. Cebimden bir ellilik çıkarıp uzattım. "Oturma, dur." dedim, "Üstünü tamamla da şu ilerdeki tekelden sekiz-on bira daha al gel." Sitemli bir bakış daha attı. "Koy cebine onu. Maaşı aldım bugün, ben çekerim." dedi. Bir-iki dakika sonra eli boş döndü. "Yatırmamış orospu çocukları!" dedi. Elliliği tekrar uzattım. Tekrar gitti. Tekrar bir-iki dakika daha bekledim. Bu sefer eli dolu geldi. İki poşeti de koydu ortaya. Birini önüme çektim. "Yavaş iç." dedi, bir şişe çıkardıktan sonra da, "Kodumun hayatından zerre memnun değilim." diye devam etti. "Kim memnun ki oğlum?" dedim, "Baksana, herkes hayatım dediği şeye sürgün."
"Öyle deme lan." dedi utangaç bir sesle, "Güzel yaşamanın yolları da var."
"Nasıl?"
"Ne bileyim babamdan kalmış veya kendi aldığım, hadi en olmadı kirada bir evim olsa. Şöyle orta yollu bir arabam olsa. Ya da olmasa da olur. Mutlu bir evliliğim olsa. İki tane çocuğum olsa, biri kız biri erkek. Okula gidip gelseler. İşten gelince yemeğim hazır olsa. Ailemle birlikte geçirebileceğim vaktim falan olsa. Fena olmaz yani."
"Hasiktir ordan!" dedim. Bir kahkaha attım. Daha fazla irdelemedi. Birkaç saat siyahi hatunlardan, yatan kuponlardan, Fener'in basket maçlarından, başkanlık sisteminden, Suriye'nin komünist iç ordu yapılanmasından falan konuştuk. Daha sonra saati bahane edip kalktı, yarın iş var ayağına. Ben de onunla birlikte yollandım. Otobüse binip gitti. Tophane'ye kadar sahilden yürüdüm. Böyle anları olur hayatın, gidecek yer yoksa sahil boyunca yürütür adamı. Tophane'de tramvaya atladım. Girerken, "Tophane'nin karanlık sokaklarından geleceğiz!" diye de mırıldandım. Edebi bir estetikten bahsetmiyorum. Sadece biraz kalabalık olsun diye mırıldandım bunu. Çapa'ya geçtim. Duraktan çıkıp yine yürümeye başladım. Paşa'ya doğru salınırken caddeki pilavcıya girdim. "Bir kuru-pilav çek." dedim. Bitirip ikinciyi istedim. Yanımdaki masadan bir dayı, "Adamlar neler yapıyor, biz burda müslümanım diyen CHP'lilerle baş edemiyoruz." diyerek güldü. "Dayı bak yanlış bakıyorsun olaya." dedim, "Siktir lan!" der gibi ters bir bakış attı. Döndüm. Hesabı verip kalktım. Mekanın önünden, "Koduğum öğretmenleri sırf evdeki düzeni bozmaya programlanmış." bağırışlarıyla geçen üç-beş liselinin peşine takılıp vurdum kendimi aşağı. Samatya'ya inip Tekelden üç bira çektim. Sahile geçip kuruldum. Denizin varlığına sadece dalga sesleriyle inanılabilecek saatlerdi. "Bu hayat ağızda bok tadı bırakır!" diye kükredim, etrafın sakinliğine dayanarak. İlk birayı bitirmemiştim, telefon titremeye başladı. "Ne var?" dedim, "Yine orospu çocuğunun biri incitti de yaranı mı bantlayacaksın?"
"Pis pis konuşma." dedi, "Neredesin?"
"Samatya'dayım." dedim.
Yarım saat sonra yanımda bitti. Bir şişe uzattım, yeter anlamında bir hareket yaptı. İrdelemedim. "Kitap yazıyordun, ne oldu?" diyerek, pek de meraklı gibi görünmeyen gözlerini dikti üstüme. O mavilik derdine kapılıp "Yazıyorum hala." dedim. Bir sigara çıkardı, "Ne hakkında?" dedi.
"Uzaya çıksam yanıma almayacağım üç şeyin de dünya olduğu hakkında." dedim.
"Tutmaz o." dedi, "Şimdiki piyasa aşk arıyor. Kan istiyor. Ne bileyim, daha bunlar gibi bir ton şey. Hepsinin zaten kendine yetecek kadar iç dünyası var, yalnızlık aramıyorlar. Çünkü var. Heyecan istiyorlar. Çünkü yok."
"Haklısın da," dedim, "Ya ben kendimi çoğaltmak için yazıyorsam?"
Bir müddet sustu. Konuş diyene kadar konuşmayacakmış gibi sustu. Sesini açmak için, "Dünyanın tek gerçek mirası yalnızlıktır güzelim," dedim, "insan bu yüzden bir şeyler yazıyor. Kendine bazı şeyleri, başkasının ağzından kanıtlamaya çalışmak gibi. Özellikle kendine söz geçiremiyorsa."
"Beni de bu yüzden mi seviyorsun," dedi, "Kalabalık olsun diye?"
Bir şey demedim. Bu bir kaçamak susuşundan ziyade kendini anlatmaktan yorulanların pasif eylemlerine benzeyen bir susuştu. Susuş kelimesiyle basit bir eylemden bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. Elimdeki son birayı da bitirip kalkma niyetindeydim. Hani bu tür niyetler oluşturacak bir susuştan bahsediyorum. "Ben sana bir şans vermem gerektiğini düşündüm." dedi, bu susuşun içini aralamak için. Titreyen kelimeler kullanmıştı. Sanki içimdeki karanlığı kurşuna dizmiş gibi. Bu karanlığın, böyle kurşunla falan delinmeyecek bir şey olduğunu o sırada anladım. Bu laftan sonra, parası olmasa yanımda barındırmayacağım heriflere benzedi gözümde. Hani bende böyle bir sevdaya başrol olmasa "Siktir lan kaltak!" diyip kovabilirdim. Ama bu defa medeni insanların bu durumda ne yapacağını düşünerek hareket ettim. Elimle bira şişesini açarken, müptezel bir kafayla ne kadar medeni olunabilecekse. Yani ayaklandım yavaştan. "Otur biraz, konuşalım." diyerek kolumdan tuttu, sakince sıyrıldım. "Bunlar bir anda karar verilecek şeyler değil." diyip yollandım. Yatacak yer bulmak gibi sorunları da yüklenip çıktım yokuşu. Meydandan yukarı, Çevre Tiyatrosu'nun hemen girişinde bir kahvehane vardır. Bu saatlerde genellikle sessiz sakin olurdur. Girdim. Bir çay söyledim, kafam açılır niyetine. İçerden bir ses, "Bu kafayla bir bok olmaz." diyecek gibi oldu, sesi dağıttım. Adamın teki masadakilere kart oyunu yapıyordu. Kenardan izledim. Fiyakalı birkaç hareket yaptı. Hoşuma gitti. Kendi kendime güldüm. "Bak bu şehrin şakaları da bir gün beni gebertçek." dedi birileri, hak verdim. Bu cümleden dolayı kafamı tebrik ettim hatta. Kalktım. Adama, "Bir-iki bir şey de bize öğret, nasıl yapıyorsun bunları?" dedim. "İş izlemekte değil görmekte ağbi." dedi. İş izlemekte değil görmekte ağbi. Tabi ya. İş izlemekte değil görmekte oğlum. Bir çay parası çıkar mı diye cüzdanı yokladım. Cüzdan boştu. İş izlemekte değil görmekte. Bir daha baktım. Yine boştu. Cepleri yokladım. Üç-beş bozukluk arasından bir lira çıkarıp uzattım. Şimdi dünya daha kirli görünmeye başlamıştı. Bu zıkkımın kafası da bu kadar işte! Bitti bitecek. Çapa'ya doğru tırmandım. Tramvayın çevresi, güzel kızların eve dönüş saatiyle orantılı bir hareketle canlanıyordu. Kapıldım bu harekete, atladım tramvaya. Cevizlibağ'da inip metrobüsle Şirinevler'e geçtim. Ordan metroyla Otogar. Beni buraya hangi rüzgar sürükledi, düşünmeye fırsat bulamadan ucuz görünen bir şirkete daldım. "Kısa sürede Antalya'ya araba var mı?" dedim. "Yok, Ankara'ya var." dedi veznedeki kadın. Güzel de bir kadındı. "Havaalanında çalışmak varken otogarda harcanıyorsun bebeğim. Senin yerin burası değil." diyecek gibi oldum. "Ankara'ya ne zaman var?" dedim. "Saat 1'de." dedi. "Otobüs konforlu mu?" diye sordum. "Yok, ama en erken bizimki." dedi. "İyi, ver bir bilet." dedim, "Cam kenarı olsun." Cüzdanı çıkardım. Boştu. İş izlemekte değil görmekte ağbi. Kredi kartını uzattım. "İsim?" dedi, "İsim ne yazalım?" Güzel soru. "Bilmem. Sen seç." dedim. Çok ters baktı. Otogarda kimse, senin kendini kaybettiğini anlamaz, bu saatlerde. Kendini kaybetmekle felsefi bir fiyakadan bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. "İstemeyen İzleyici yaz." dedim. Bu saatte delinin tekiyle uğraşmak istemeyen bir ifadesi vardı. Uzatmadı. Bileti verdi. Normal bir isim yazılıydı. Sanırım babasının ismini verdi diye düşündüm. Evli gibi durmuyordu. "Çocuğu olunca ona da bu ismi mi verecek acaba?" diye düşünerek çıktım ofisten. Arabaya daha bir saat vardı. Bir çay içeyim dedim. Camında 'Kredi Kartı Geçerlidir' yazan bir mekana çöktüm. Kadının en erken dediği arabadan önce üç tane Ankara arabasının kalktığına dair anons duydum. Üstelik benim arabam yarım saat rötarla geldi. Yerime oturdum. Otobüse, 'acaba bileti kontrol edecekler mi' havası hakimdi. Kimileri çoktan kafayı cama koymuş, kimileri de boş olan cam kenarlarının sahibinin olup olmadığı kuşkusuyla koltukları kolluyordu. İnce bir ses, "Yemek servisimiz yok, sular da arkadaki dolapta, isterseniz alırsınız. Muavinim yok, yedek şoförüm yok. Anlayın beni." dedi. Herkes birbirine bakmaya başladı. Kimse bir şey anlamamıştı. Türbanlı bir kadın şoför koltuğundan dönüp arkaya doğru baktı. Araba çalışınca birkaç kişi telefonlara sarılıp şirketi aramaya başladı. Şirket, Bolu'da yedek şoför verileceğine dair söz verdi. Kısmi bir rahatlıkla Bolu'ya geldiğimizde hiçbir değişim olmadı. Birkaç kişi yine telefonlara sarıldı. Bolu çıkışına doğru amcalar otobüsü durdurdu. "Benim bir suçum yok amca." der gibi baktı herkes. Amcalardan biri içeri girip şoförle konuştu. Sonra yolculara dönüp "Size bir uyarım olacak: Kemerlerinizi bağlayın." diyip indi. Sabaha karşı Ankara'ya varınca burada ne yapacağıma dair hiçbir fikrim olmadığını anladım. Bir emekli lokali çarptı gözüme. Yanında da bahçesi vardı. Sabahları bedava çay-poğaça hizmeti yapan bir lokalden bahsediyorum. Emekli olmadığım için bu hizmetten yararlanamıyordum. Saate baktım. Emekliliğe daha çok vardı. Bahçeye geçip bir banka oturdum. İki dayı oturuyordu. Birinin elinde gazete, diğerinde çay. "Hasiktirsinler!" dedi biri, "Hayat zor geliyorsa bıraksınlar fabrikayı, iş kursunlar." Biraz yaklaştım. "Dayı bak yanlış bakıyorsun olaya." dedim. "Siktir lan!" der gibi ters bir bakış attı. Bakışı aldım, döndüm önüme. "İş izlemekte değil görmekte dayı." dedim, kendi kendime. Kafam buna hak verdi. Tebrik ettim. "İş izlemekte değil." dedim, "İzlemekte değil görmekte."
sanki parçalanır içimde göğsüm de
toplayamam artıklarını
şu safi kırmızı cinnetle gerdiğim göğsüm
parça parça dökülür de kaybolur içimin karanlığında
kaybolur ben toplayamam artıklarını
tanrım sanki quasimodo'nun çanı mı bu kalabalıklar
duyamam haylidir kalbimin nefretten arınmış sesini
bir sessizlik, bir sessizlik daha
çarparsa bir odada suratima
yutan elemanıdır ancak hayatın
seni bir sokak arasında
sapsarı bir eskiliğin düştüğü kaldırımlarda
şu çamura çalan ruhumun
karanlığındaki çatlaktan sızan bakışlarında
geceme düşen elem vakitlerinde
şimdi kimbilir kimin aklındasın, kimler aklında
şimdi kimbilir kimin yanındasın, kimler yanında
diye diye çürüdüğüm bu şehrin
firarî meskenlerinden anıyorum
beni bağışla
beni bağışla
ben kendimi bulamam artık bu güneşli sabahlar altında
gecesini öldüğüm dünya ki karanlık ve hain
bir ıslık çalar mezar taşlarından
yaralı bir it inler otobüs durağında
'şüşa dile min şikest'* diyerek ölümü karşılarsa bir kadın
içindeki şişe elbet kırılır bu yalnızlıkla
toplayamaz kimse artıklarını sonra
-------
* 'içimdeki şişe kırıldı' / Seyyidhan Kömürcü'nün, "Annemin ölümü karşılama cümlesidir." diyerek andığı Kürtçe sözdür.
başım dönüyor biraz daha yürürsem sanki soğuk hava iyi gelecek. saçmalama oğlum bu havada bu saatte. gir evine işte sıcak yatak, uyu. bak çamaşır makinesi falan var sen gir evi. yahu bırak bu ayakları senin derdin kafan açılsın falan değ. dur karıştırma şimdi mevzuyu zaten zor toparladım. tamam yine başa dönmeyelim ama zaten başımız dönüyor bak eninde sonunda gelicez aynı konuya. ya tamam şimdi sırasımı örgüt falan. ulan adamlar harcayacaklar sen hala ne sırasındasın. biraz daha yürüyelim olmazsa bir iki şiir daha okurlar anlaşırız. akrep gibisin be kardeşim. nazım'dan mıydı yoksa bayatlı mı? senin ne haddine şimdi bu. yahu bir zamanlar sizi de sevmiştik hatırlar mısınız? güzelsiniz demiştik gerçekten güzeldiniz. bak ümit yaşar'dan söylüyorsun onu unutmam. bir kitap vardı neydi ismi? şimdi değil dur. pek mütevazi ölmeyen bir insan pek mütevazi ölmüş bir insanı öbür dünyada. vakit geç. bekleyen yoksa vakit hep erken. ya varsa. oynadın ama yine yatacak o kupon. gece maçlarını mı takip etsek? yok yok. takip edince yatıyor hep. bırak şimdi mevsimi meyvesini önce bir yemek düzeni yap kendine. ne yemeği daha iki gün önce yedik bir dur meşgul etme şöyle şeylerle, ciddi bir şey konuşuyoruz. kırılan gıç mı? onu kullandılar zaten. çiçekle böcekle edebiyat olmaz başlatma şimdi. ne'yle yapalım? üstüne başına bir şey alman lazım. işe girdin artık, akşam dönüşü market kuyruğuna girmen lazım. şimdi asansör kullanmak da farz. maaş yatmazsa sigarayı bırakırız. yok olmaz. neydi? manifestolu bir şeydi sanki. yok yok. kaputçu marx mı? hayır o mahalledeki otocunun lakabıydı. yeni taşınmadın mı sen ne ara öğrendin bunu? ben koydum. özel bir şey konuşacam çok kalabalık burası, şu kafadan bir çıkalım. otur, bunlar yabancı değil. ne zararımızı gördün ibine? onlar kaptan oldular, ben sarhoş oldum. vay ahmet erhan değil mi? bir selam verseydik. kaç kaç. dur şu sokağa da girelim bak burası güzel. bıraksalar iki yıl yaşar üç kitap yazarım şu köşede. mahallede kaç kapı var? saymadım. beşiktaş'tan yatmaz, şimdi uğraşırma beni. bir sabah olsun da çorbacı açar. yok kahve de kapatmıştır bu saatte. yürü eve işte ne yapacaksın. yahu çok kalabalık çık dışarda konuşalım diyorum. daha yeni girdim kafaya olmaz bir iki sokak daha yürüyelim. beşiktaş'ta yatmak mıydı? yanlış duymuşum kalabalıktan. diyorum sana. millet sigara içecek diye bu soğukta baksana şu mekanın önüne. rasputin falan hikaye. ya doğanın altı üstü mü olur. altı üstü doğa işte. komik miydi? ne bil'im neydi. yok daha fazla gidemem. uzaklaşırsam her şey düzelecek. hastalık? yaşamaktan ötesi mi var? gidiyorum, bu. yok sen beceremezsin. öbür dünya insan ölen bir mütevazi öbür dünya insan ölmeyen bir mütevaziyi pekte. öyle değil. mütevazi insan ölümle pek dünyada öbür insanla. hah! geliyor işte. kapişonu taksam tanımaz. komşular ne diyecek hem bu saatte. apartmana kusarsak yönetici çok şey. siz de az şey değilsiniz bakma. yok yahu operasyona yarın diyorlardı. temizlik falan. ne bokuma bulaştın sen bu işlere. marx çocuğun servisi bekliyordur bu saatte. karşıda okuyor karşıda. yatılı dediydi. ya kim arıyor şimdi gece gece? ne açıcam ağbicim yatar uyur bu saatte insan. tamam ama o kitabı almadın mıydı? bak bir daha çalıyor. yok beklediğim telefon bu değil. kan falan öksürmek falan ona var daha. bir susmadın. aç şunu. ne var konuş. yok iyiyim. yok bir şeyim tamam dönerim. üstüme düşme ablacım düştüm zaten yeterince. yahu darlama beni. haftasonu olmaz işim. yav olmaz olmaz. elim ıslak şimdi sonra okurum. tamam edicem haber de edicem kapat. metin yazarlığına ne gerek vardı sanki? bak bak yıldız falan parlıyor bu saatte dünya elbet güzel olacak. insan yok sokakta ondan. yatmış mı? bakma sabah bakarsın. okul da mı var yarın? ne zaman uyuyacaksın dön işte! tamam açıldım sayılır bak azaldık. azalmadık oğlum eksildik lan! sen gözünü açana kadar eksildik lan! tamam geçiyor işte. apartmanın lambası otomatik miydi? hiç dikkat etmedim ki öyle. değilse yandık bu saatte. kimle yandık? bak geçti sayılır. tabii salak olur oğlum beynini alkol yemiş onun. hah! dur şu kapıydı. bu saatte nakliyat kamyonu falan. bana mı geldiler? yok canım parayı yollamıştım ben. ben mi olduk şimdi? sen kimsin oğlum? yok bir şey gir üst komşu nakliyatçıydı onundur. kaçıncı kat? evet señor asansör diyorduk. mutluluk bu yahu! hah şimdi oldu bak ışığı açık bıraktım diye korkuyordum. gir bir elini yüzünü yıka bari. dur yatayım bir sonra hallederim onu. başa mı dönüyoruz? yok yahu başım dönüyor biraz o kadar. uzanayım geçer. yeni temizlettim şimdi kirletmek olmaz evi. yahu kapat şu kafayı iki dakka özel bir şey konuşacam!
Bu işin hesabıyla, bilançosuyla uğraşan bir adam değildi kendisi. 'İçinden geldiği gibi' süregelen yaşantısına uygun şekilde, yalnızca zevkini tatmin etmek için oynar, eğer kaybedeceğini hissederse henüz batağa düşmeden masadan çekilirdi. Genelde bu yüzden kazanırdı. Bir beklenti gütmeden oturur, kaybetmekten korkmadan oynar, kazanmayı tatminden öte görmeden kalkardı.
Yerüstüne çıktığında, aşağıdayken sanki durmuş gibi görünse de hala akmakta ısrarcı olan zamanın peşinde sürüklediği ayaza karşın atkısını boynuna bağladı. Henüz merdivenleri çıkarken takmış olduğu eldivenleriyle kasketini düzeltip paltosunun düğmelerini güçlükle ilikledi. Ne kadar kalın giyinmiş olsa da vücuduna yerleşen bu hastalıklı titreme sinirini bozmaya başlamıştı. Aldığı ilk nefes sonrası ağzından çıkan buharla sıcaklık tahmininde bulunarak zihnini oyalamaya, bu titrek asabiyeti savmaya çalıştı. Hızlı adımlarla caddeye varınca yeni açılmış pastanelerin buğulanan camlarının arkasındaki kalabalıktan saat tahmini yaptı. Şehirde hayat başlamış gibiydi; çünkü memur ve fabrika işçileri stresli uykularından en okkalı küfürlerle uyanmış, işe gitmeye dahi yeltenmişlerdi. Günün genellikle her saati kalabalık olan caddenin kaldırımlarında, elindeki trampetle bir o yana bir bu yana giden, giderken de "Cum-hu-riyet! Cum-hu-riyet!" sayıklamalarıyla trapmetine vuran bir adam; iyi günler dileklerini Bronski'nin önüne takdim ederek güler yüzünü geçit bandosu sevincine geri çevirdi. Kendi içinde umarsız bir yolculuğa sürüklenen Bronski, adama pek de aldırış etmeden başını salladı. Sürekli değişen düzenin içinde kendi düzenini oturtmaya çalışan aciz bir varlıktan öte değildi kendisi. Ve böyle insanlar için, az önceki trampetçi gibi, bu değişkenliğe rağmen kendini gidişata teslim etmemişler hep bir nefret abidesi olmuştu. Paltosunun düğmeleri arasından yeleğinin cebindeki köstekli saati eline aldı. Uzun zaman önce kadranı yamulduğundan saati göstermek konusunda hayli başarısızdı. Yine de zamanın durmak bilmediğini anımsatan 'tik-tak'ları Bronski'ye, bir saatin, saatin kaç olduğundan daha önemli şeyler belirtebileceğini anlatıyordu.
Elinde gazetelerle caddeyi turlamaya başlayan, üstündeki kazak ve montuyla on beş yaşlarında olduğu hissi veren bir genç, yaklaşarak, "Yazılanlara göre bugün-yarın kar yağacak. Bu havada evinize kapandığınız zaman vaktinizi öldürmek için bir gazeteye ihtiyacınız olacaktır bayım." dedi, "Almaz mıydınız?" Bronski ufak gazetecinin bu ticari yaklaşımını beğenmiş olacaktı ki, pek gazetelere bakan biri olmasa da bir tane alıp kolunun altına yerleştirdi. Kendini yüceltmek için sebep arayan taraftar gruplarının, yazılıp çizilenler üzerinden tatmin ettiği duyguları pazarlayan kağıt parçalarından ibaretti bunlar onun gözünde. Ya da grev ve isyanlardan uzak, Avrupai ekonomiye kapılmamış, sadece geçimini sağlayabilmek için çalışmak isteyen insanların; ilanlara bakınmak için aldığı kağıtlardı. Gidişatı takip etmek için sokağa çıkması gerekiyordu insanın, bunları okuması değil.
Nihayet eve vardığında, salonun köşesindeki antika vitrinin içinde, insanın içindeki coşkuyu kırbaçlamak için alesta bekleyen votka şişesine uzandı. Bodrum kattaki bu, dışardaki dünyanın gidişatına pek umarsız dairenin sabah vaktinde dahi yarım yamalak aydınlanan salonunda dişe dokunur tek şey antika hükmündeki eşyalardı. Bronski'nin bu tür eşyaları barındırmasının sebebi ise hatıra biriktirmek gibi salak duygulardan ziyade, hala işlevini uygulayabilen bu eşyaların yerini yenileriyle değiştirmenin gereksiz bir tutum gibi göründüğüydü.
Çalışma masasına geçip önündeki üstü sürekli karalanmış ve yarım bırakılmış kelimelerle dolu kağıtları karıştırdı. Haylidir bir kitap yazma yolunda istikrarsız adımlar atıyordu. Geceleri uykusuzlukla yoğurduğu düşünceleri kağıda aktarıyor, hikayenin yarısına bile gelmeden cayıyordu. Sonra tekrar. Sonra tekrar. Kendi kafasındaki iç çatışmalara yön veremeden radikal adımlar atamazdı. Açıkçası verdiği her kararın doğru olamayacağını anlayabilecek kadar yetişkin duygulara erişmiş olsa da doğrunun ne olduğunu bilecek kadar olgunluğa da bir o kadar erişememiş bir adamdı Bronski. Bu halde bir insan için anlık yaşamaktan daha güvenli bir hayat düşünülemezdi herhalde. Masadaki kibrite uzanıp bir sigara yaktı. Ayak ayak üstüne atıp arkaya yaslanarak içine çektiği ilk dumanı, yaşamın safi huzruna erişmişçesine tavana üfledi. Eline son yazdığı hikayenin, son sayfasını alıp bir müddet inceledikten sonra avcunun içinde buruşturup masaya geri koydu. "Bunları ben bile okumuyorum. Lanet olsun!" diye sayıkladı, sigarayı tuttuğu elini bir yumruk yapıp kafasına vururken. "Bir kumarbazın tekisin." diye de kendini yermeye devam etti, "Hayatta başarılı olduğun tek nokta masa başında kart oynamak. Bıraksalar günlerce kalkmazsın o masadan."
Bir müddet etrafa boş boş bakınırken masanın en köşesinde neredeyse unutulmuş bir kağıda uzandı. Çariçe tarafından çağırılan Rasputin'in, bir çocuğun kanamalarını hipnotizma ile durduğuna dair anektodun yazılı olduğu kağıdı, nereden ve nasıl geldiğini bilmeden okumaya başladı. Anektodun sonrasındaki bilgi notu daha çok dikkatini çekmişti:
"Bu doğa üstü yetenekleriyle zamanla saraydaki askeri uygulamalarda dahi yüksek söz sahibi oldu. Zavallı Rasputin'e, daha sonra, II. Nikolay'ın bir Alman yanlısı vatan haini gibi görünmesi yüzünden zehir verildi ne yazık ki. Fakat Rasputin, siyanüre tepki dahi vermeyince oracıkta kurşunlandı. Öldü zannedilen Rasputin doğaya bir kez daha meydan okuyarak ayaklandı ve Yusupov'un gırtlağına dayandı. Güç bela kaçmayı başaran Rasputin bir kez daha arkasından kurşunlanarak kara gömüldü ve buzlu nehre atılan cesedi, yüz kırk metre uzakta bulunup otopsiye alındığında ölüm sebebinin silah kurşunundan değil; ciğerlerindeki fazla sudan olduğu anlaşıldı."
Bundan da bir bok çıkmaz düşüncesiyle bir kenara fırlattığı kağıtlar arasında yerini buldu daha sonra, bu anektod.
*****
Kapıyı, birini rahatsız etmek istemiyormuş gibi sakince açtım. Sanki karanlığa girsem kendimi kaybedecekmişim korkusuyla hep açık bıraktığım ışığın altına attım kendimi. Kapıyı tekrar aynı sakinlikle kapattım. Paltomu askılığa astım. Salona geçtim. Akşam yürüyüşünün dizlerime çöken yorgunluğunu kovmak için en hızlı halimle oturdum koltuğa. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum. Mutfağın önünden geçerken çay demleme fikrini özümseyerek içeri daldım. Dolapta ne var arayışını da ek eylem görevinde, bu devrik cümleye ekleyerek çayımı demledim. Bir tepsiye bardak, bardak altlığı ve kek koydum. Şeker kullanıyor muydum ben? Yok yahu! Kullanmıyordum. Hatta belki şeker hastalığım bile vardı. Erzak dolabını açtım. Şekerim yoktu. "Şekerim olsa hastanede olurdum!" diye de muzip bir tebessüm ekledim suratıma. Bugün de çok şeker miydim neydim?
Bir elime tepsiyi, diğerine de çaydanlığı almak istedim. "Yeteneklerini böyle belli etmemelisin genç adam!" dedi içimden bir ses. Hak verdim. Önce tepsiyi götürüp sehpanın üzerine yerleştirdim. Dönüp çaydanlığı aldım. Onu da tepsinin yanına koydum. Oturdum. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum. Ellerimi yıkayıp geri döndüm. Televizyon ünitesinin üstündeki fotoğraf albümünü de alıp oturdum koltuğa. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum! Kalkacakken dizlerim,"Hış! Hışt!" gibi bir sürtünmeyle seslendi. Madem elimdeki fotoğraf albümüyle tarihe gireceğim, zaten kirlenecek elimi, tarihten çıktıktan sonra yıkamak en doğrusu olacaktı.
Fotoğraflardaki hiç kimseyle, hiçbir olayla ilgisi olmayan insanlara "Bak bu da bizim şu zamandan, şu kişi. Şunları yapardık biz şununla." diye diye yorumlayan yaşlıların heyecanıyla açtım ilk sayfayı. Bir çocuğun sünnet resmiyle başlıyordu. Daha sonraki sayfalarda bu çocuk büyüyor, tarlada buğday ekmeye, ovada inek otlatmaya başlıyordu. Git gide zamana daha çok kapılıyor ilk okula, orta okula, liseye, hatta üniversiteye dahi başlıyordu. Her çağda yeni insanlar eklenip çıkıyordu fotoğraflara. Gözlüklü, dişsiz çocukların yerini bıyıklar, sakallar, kırmızı kazaklar, yeşil parkalar alıyordu. Sonra tekrar çocuklarla dolmaya başlıyordu sayfalar. İlk sayfadaki sünnet çocuğu, 'ah şu dalgalar beni alıp götürse' derken öğretmen bile olmuştu. Ne çabuk büyüyordu insan. Sayfa sayfa. Yıllar içinde yazılan bir kitabı tek solukta okumak ne denli ağır bir hakaretti ya da. Altmış dokuz yılda yaşanmış her şeyi gel sen tek solukta izle be adam! Sonra zaman çabuk geçiyor he?
Birkaç sayfa daha geçtim. Genç bir kadın beyaz elbisesiyle simsiyah giyinmiş bir adamın koluna giriyor, boynuna sarılıyor, öpüyor, dans ediyordu. Daha sonraki sayfada bu kadının vesikalık bir fotoğrafı durdu, girdim içine. "Ah be Gülizar!" dedim ona, "Sen, bir gün tek başına merdiven çıkmak zorunda kalmadın ki. Kalsaydın, insanın merdiven çıkarken düşünecek ne çok şeyi olduğunu bilirdin. Ne çok vakti. Ne çok mevzuu. Ne çok yarası. Latife bile ediyor bazı. Oysa sen hiç gülmezdin bana. Öğretmenliği geçim için yapmıyorum diye komik bulurdun yalnızca."
Bu fotoğraftan çıktım. Sayfaları daha çok çevirdikçe önce gülümseyenler, sonra yaşayanlar git gide eksiliyordu. Bu sırada boşalmış bardağıma çarptı gözüm. Bir bardak çay daha doldurdum. Albümü kapatıp kenara koydum. Daha bitmemiş bu kitabı yazmaya devam etmem gerekiyordu ve soluklarım git gide tükenen bir mürekkep gibiydi. Okunaklı olmaktan cayıyordu sanki yavaş yavaş.
Bir hayat inşa etmek için ne çok fotoğraf çekmesi gerekiyormuş insanın. Sanki bunlar olmasa yaşadığıma dair hiçbir kanıt kalmayacaktı. Ne bir dostun aklında canlanan tebessümüm vardı, ne de hatrı sayılır bir selama sahiptim. Hayat, bir fotomaton olmuştu gözümde. Oysa eskiden her şeyin, kendi hatırladığım gibi kalmasını isterdim. Ya da ben mi öyle hatırlıyordum? Ya da her şey istediğim gibi yaşanmıştı da o yüzden mi bu kadar fotoğrafım vardı hayatla yan yana? Bilemiyorum... Bilemiyorum...
Zihnim, beni bana anlatamayacak kadar yorgun düştüğü zaman bir pencereden avaz avaz bağırmak istedimdi. Kaybolan hatıralarımı bulsunlar istedimdi. İnsanı yalnız yapan başka bir insanın değil; yaşanmışlıkların terk edişiymiş meğer. Bu külüstür gözlerin aynada gördüğü çirkin bir surattan ileri gitmiyorsa, o zaman yalnız kalıyormuş meğer.
Derin bir iç çektim karşımdaki balkon kapısına bakarken. Hava henüz çok karanlıktı. Bir ihtiyar sabahı bulmak için vakti nasıl tüketirdi? Balkona çıkmaya karar verdim. Sigara kullanıyor muydum ben? Zannetmiyorum. Kalkacakken koltuğun köşesinde duran fotoğraf albümü çarptı gözüme. Uzandım. Belki bir albüm incelemek daha iyi gelebilirdi. Fotoğraflardaki hiç kimseyle, hiçbir olayla ilgisi olmayan insanlara "Bak bu da bizim şu zamandan, şu kişi. Şunları yapardık biz şununla." diye diye yorumlayan yaşlıların heyecanıyla açtım ilk sayfayı. Kahretsin! Ellerimi yıkamayı unutmuştum. Kalktım. Banyonun yolunu tuttum.
Yoldaş Rigola, elindeki çakıl taşlarını bir müddet, titiz ve samimi bakışlarla inceledikten sonra suyun içine geri atarak yanındaki Albay Morientes'e döndü ve "Elimdeyken, suda durdukları kadar ihtişamlı değiller." dedi, "Devletinizin de tam olarak yapmış olduğu bu değil mi sizce de Albay?" Morientes, üniforması içinde kendi insani kimliğinden ödün vermiş bir fiyakayla ellerini, arkasında bağladı ve ufka doğru bakmaya devam etti. Bu aldırışsız tutum karşısında keyfini bozmayan Yoldaş Rigola, kısık kahkasını "Güzel bir gün!" diyerek tamamladı. Albay'ın ciddi bir sakinlikle, "Bu devlet bizim olduğu kadar sizin de devletiniz Bay Rigola. Babanızın İspanya doğumlu olduğunu duydum." demesi üzerine bunu bekliyormuş gibi dikildi Rigola. "Doğru, babam bir İspanyol'du ve Venezuela'nın barrio'larında sefalet çeken bir kadınla evlendi. Oğlunun doğumundan sonra da Venezuelalı erkeklerin de yaptığı gibi: kadını terk etti. Kadın ve ailesi Perez hükümetinin yandaşları tarafından kurşuna dizildiğinde ise bu oğlan çocuğu henüz sekiz yaşındaydı. O zamandan sonra da Chavez dışında kimsenin, ona babalık edebileceğine inanmadı."
"Yani bir Venezuela vatandaşı olduğunuzu mu savunuyorsunuz?"
"Bulunduğu coğrafyada kendine, Chavez'den başka baba figürü oluşturamamış bir dünya vatandaşı."
Morientes, kısılan gözleriyle, sanki Costa Teguise'yi arıyormuş gibi inceledi denizi bir müddet. Üniformasının fiyakasını çizecek bir tebessümden kaçınmadan, "Ah, siz şu Caracaslıların Chavez sevgisi yok mu!" dedi. Anlamayacağı bir durum hakkında irdelemeden yaptığı bu yorum, Rigola'nın sinirini bozmuş olsa da pek belli etmedi. "Siz, Tanrı'ya inanıyor musunuz Albay?" dedi, suya eğilip çakıl taşlarına bakarken. "Elbette," dedi Morientes, "babam bir rahipti."
"Biliyor musunuz señor, bazen, Tanrı'nın, yalnızca kendi yapamayacağı şeyleri lanetlediğini düşünüyorum. Az önce, sizin, hiç yaşamadığınız bir şeyi yermeniz gibi."
Yoldaş Rigola, bu sözünden sonra, çakıl taşlarını avcuna doldurarak ayağa kalktı. Taşları bir avcundan diğerine atarak kendince hoş bir melodi oluşturdu ve gözlerini de kapatarak kendini bu huzur arayaşının içine bıraktı. Kasvetli bir hava hakimdi Cádiz kıyılarında. Puerto de Tierra'nın ortasındaki o 'daha iyilerini gördüm ama bunun da hakkını yememek lazım' kule, git gide sisten görünmez olmuştu. Sabah, bu yağmur öncesi kasvetiyle şehri günaydınlarken, "Bugün güzel bir gün!" diye yineledi kendini Rigola. Uzun bir süre içine çekti havayı. Morientes, bu dehşet verici, insanları kapalı alanlara mahkum eden havanın güzelliğinin nereden kaynaklandığını çözememiş olacaktı ki, "Nesini güzel bulabildiniz Yoldaş?" dedi, iğneleyici bir üslupla. Yoldaş Rigola, bu 'huzura yolculuk' tutumunu bozmadan aldırışsız kaldı soruya. Kumsala vuran dalgalar hiddetini artırmış; kıyı şeridinde ince kıyafetleriyle dolanan turistlerin bir kısmını hayal kırıklığına uğratmışken bir kısmının da keyfini bozmadan, harikülade bir fotoğraf karesi formuna bürünmüştü. "Türklerin Muğla şehrini andırıyor burası." dedi Rigola, elindeki çakıl taşlarını su yüzeyinde sektirmeye çalışarak. Morientes, milliyetçi tutumuyla bu durumdan pek hoşlanmamış olsa da zamanında Müslüman toplulukların bırakmış olduğu izler sebebiyle haklı olabileceğini belirtti. Daha sonra kıyı boyunca yürüme teklifinde bulundu. Elindeki son çakıl taşını atmaktan vazgeçen Rigola, eliyle kıyının sağ tarafını işaret ederek, "Tabii ki. Buyrun." dedi. Yanındaki birkaç emir erine burada beklemelerini işaret etti Albay. Rigola ise kendi aralarında tartışmaya girmiş iki dostuna, "Gün batımında otelin önünde buluşalım." talimatı vererek yürümeye koyuldu. Sonrasında Morientes'e dönerek, "Biliyor musunuz Albay," dedi, "Bazen siz silahşörlerin, silah tutmak için beyninizin duygusal işlevlerini cephane mahzenlerinde bıraktığınızı düşünüyorum." Bir kez daha bozulduğunu hisseden Morientes, utancını yakasındaki rozetlerin arkasında gizleyerek, "Benim, o adamlarla aramda rütbe farkı var." dedi, "Bu rütbe farkı, benim emrim ile hareket etmelerini sağlıyor. Bu askerlerde olduğu kadar, devlet adamları için de böyledir. Onlar, yalnızca, silah olarak yazılı belgeler ve söylevsel yetilerini kullanıyor. Bizler ise gerçek silahları."
"Ah! Şu rütbeleriniz, Albay! Sizi nasıl da bir köle gibi kullanıyorlar değil mi?"
"Bakın señor, ben, sizin aptal düşüncelerinizi dinleyip bunlarla tartışmak için değil; size rehberlik etmek için görevlendirildim. Neden yerli bir rehbere sahip olmanın keyfini çıkarmak yerine benimle tartışmaya giriyorsunuz?"
Yoldaş Rigola, 'huzura teslimiyet'inden ödün vermemek adına haklı ve yerinde bir tepki olduğunu söyleyerek özrünü belirtti. "Peki, hükümetiniz benimle neden görüşmek istedi ya da neden burada görüşmek istedi ya da neden bir devlet adamı, bir devlet memuru değil de rütbeli bir askeri bana rehberlik etmesi için görevlendirdi?"
"Bizler, emirleri sorgulamayız, sadece gereğini yaparız señor."
"Siz hiçbir şeyi sorgulamazsınız." diye mırıldandı, dişlerinin arasından Rigola.
"Bu mektubu Mahir Bey'e ilet. Selamımın yanında, yarın Halk Bahçesi'nde olacağımızı da bildir. Gerekli talimatları olacaksa söylesin. Her ihtimale karşı örgüt olarak silahlanacağımızı da bilsin. Hafif silahlar alacağız. Çıkarken Salih'e de söyle, silahlar kaydı tutularak, bu geceden dağıtılsın."
Haberci, Nazım Bey'i pürdikkat dinledikten sonra aceleyle çıktı odadan. Nazım Bey, kitaplığına dönüp birkaç kitabı masasına koydu. Camın kenarına geçip habercinin çıkmasını bekledi. 3 saattir, şiddeti azalmadan devam eden bir yağmur vardı. Gök, zaman zaman şehrin fotoğrafını çekip gümüş nitratlı kağıtlara basar gibi aydınlanıyordu. Ağır bir ciddiyet havası hakimdi odaya. Haberci kapıdan çıkınca koşa koşa arabaya bindi. Arabanın da hareket ettiğinden emin olan Nazım Bey, masasına döndü. Az önce masaya koyduğu kitapların içinden bazı belgeler çıkardı. Kitapları üst üste masanın kenarına koydu. Bize dönerek, "Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?" dedi.
"Örgütler arasında güçlü bir ittifak söz konusu;" dedim, "fakat halkın beklentisi çoğaldıkça hata payımız azalıyor. Bu işi hiçbir soruna mahal vermeden halletmemiz icap edecek. Hükümetin de bu duruma karşı eli armut toplamayacaktır."
Nazım Bey, beni başıyla onayladıktan sonra, stresini gizlemeyi başaramayan Haluk Bey'e döndü. "Sizi daha stresli gördüm, sebebi nedir?" dedi. Haluk Bey, paltosunu düzelttikten sonra sırtını dikerek oturduğu koltuktan bir devlet ciddiyeti yansıttı. "İşin içine silah girdi. Bu ne kadar doğru olacak?" dedi. Nazım Bey, sakinliğinden ödün vermemek üzere, "Tedbir amaçlı Haluk Bey." dedi, "İçimizden kimin hain, kimin sadık olduğunu bilemiyoruz. Her ihtimali göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu iş, tekerrüre müsait bir iş değil. Sizin sıkıntı teşkil edecek durumlardan yana içiniz rahat olsun." Bu savunma, Haluk Bey'in yüreğine su serpmeye yetmedi. Yine de onayladı. Yeleğinin cebinden uzun zincirli, "Ağbi zaman böyle geçmez, sen beni bir rahat bırak" sitemli bir saat çıkardı. Kapağını açıp bir müddet saat üzerinden başka şeyler düşündükten sonra yerine geri koydu. Nazım Bey önündeki belgeleri birkaç kere masaya vurarak "Sizi daha fazla tutmayayım ben." dedi, "Malum yarın büyük gün." Cümlenin ardına ufak da bir tebessüm ekleyerek düşüncelerini nezaketle örttü. 'Eh madem öyle' edasıyla çıktık odadan. "İki saattir sigara içmiyorum. Çabuk çıkalım şurdan Yoldaş." dedi, Haluk Bey. 'Saate bakmasının sebebi bu muydu?' diye düşündüm. Ağız kenarından bir gülüşle hızlanmaya karar verdim. Çıktık. İki uzun sigara sardı ayak üstü. Birini bana uzattı. Yerli tütünün son teknoloji ürünü. Yağmur hala aynı şiddetle yağıyordu. "Bu yağmur kasveti de eksik etmiyor üstümüzden." dedim sigaramı yakarken. "O, sizin hâlet-i ruhiyenizden sebep olmasın?" diyerek alaycı bir karşılık verdi. Suratındaki stres, sigara dumanıyla beraber 'inceden yol alalım biz ağbiler' gibi bir şarkı tutturup şehre dağılmış gibiydi. Bu, 'inceden yol alan' göçmenlerin bazısı da 'yolumuz uzun bari sizde biraz dinlenelim' edasıyla benim üstüme yapışmış gibiydi. "Kara gönlünüz sevda çöllerinde çözümsüz bir davaya mahkum." diyerek de stresin, yolculuktan arta kalan kırıntılarını salladı üzerinden. 'İlah mısın, nükleer silah mı?' denir türden bir Slav ceylanından bahsediyordu. Şimdi konuşulacak şeyler miydi bunlar? "Elbette ki zamanla mümkünâtı vardır Haluk Yoldaş." dedim, "Sokak sokak, cadde cadde gezer, her yeri didik didik edersiniz en başında belki. Yüreğinizin sesi, ayak seslerinize karışır. Giyiminden tutun da saç kesimine kadar benzerlik gösteren herkesi ona benzetirsiniz. Fakat zamanla bir bakarsınız ki o, herkese benzemiş." Eskilerin, 'kara safra' diye tanımlanacağı kadar hastalıklı bir cümle olmuştu bu sanki. Pek de aldırmadım. Bazı zamanlar, 'hayat dahilinde belki son defa' türündeydi ve o zamana girip girmemek arasında dalgın adımlarla ilerliyorduk.
Yağmur en azından biraz daha yavaşlayana kadar birkaç metre ilerdeki çayevinde beklemeye karar verdim. O benden daha cesurdu ve yağmura aldırmadan evine gidip dinlenme kararı almıştı. Lafı uzatmadan vedalaştım. Üstüme sinen kasveti bir bohça gibi omzuma yükleyip uzaklaştım. Çayevine, dışardan bir yoklama bakışı attım. Tanıdık suratlara rastlamadım. Beni gören birkaç kişi oturuşuna çekidüzen vererek rahatsızlığını belli etti. İçeri girdim. Kuytuda köşede kalmış boş bir masa aradım. Cam kenarında, 'ben de bu dalgaya kapıldım sürükleniyorum' türünde bir masayla göz göze geldik. Oturdum. Oralet istedim. "Mesele nedir?" dedim, zihnimde, bir anda ayaklanan seslere. Kalabalık bir uğultudan ibaretti mesele. Ayaklanmayı bastırmak için uğraşmadım. Hiç yoksa, tanıdık bir ses olurdu en azından. Ertesi güne bu kadar sakin çıkılmayacağı belliydi üstelik. Şehrin her yanından, tonla insanı yollara sürmüştüler bile. Gelibolu, Karabiga, Lapseki, Çan, Küçükkuyu, Edremit, Çeltik, Kilitbahir, Eceabat, Bayramiç, Yenice... Bunların yanında Sındırgı ve Bandırma'dan gelecek kafileler de vardı. Mahir Bey, örgüt liderleriyle, Troia'da, bizzat görüşmüş ve hepsinin desteğini almayı başarmıştı. Şehir dahilinde büyük çaplı bir eylem yapılacak, Halk Bahçesi dışında Troia ve Kepez'de de örgütlenilecekti. Sabaha karşı, üç farklı yerde de aynı yazılı metin okunacak, istikamet belirtilecek ve sonrasında şehir merkezine, belediye binasına yürünecekti. Mahir Bey'in amacı, Bafra'daki onca emeğe rağmen başı kesilen komün yapılanmasını, daha büyük ses getirecek bir mevkiye taşımaktı. Mesai saatinden kısa bir süre sonra belediye binasının çevresi en hızlı şekilde kuşatılacak, yetkili parti üyeleri bir bir toplanıp esir alınacaktı. Yalnızca Mahir Bey'in örgütü ağır silahlar kullanacak, diğer örgüt üyeleri çevrede eylem sloganları atacak, aynı zamanda binaya dış kuvvetler tarafından giriş çıkışları engelleyecekti. Belediye Başkanı yine Mahir Bey'in adamları tarafından, eylemlerin başlamasıyla paralel olarak evinde basılıp esir alınacaktı. Aynı zamanda her ilçe binası, ilçedeki komunist üyeler tarafından aynı şekilde kapatılacak, bunlara destek olarak merkezden ağır makineli silahlar ve destek birlikler yollanacaktı. Bu küçük çaplı ihtilalin, tüm şehir genelinde 2 saat içinde bitmesi planlanmıştı. İşin sonucunda esir alınanlar hükümete karşı koz olarak kullanılacak, Mahir Bey belediye başkanı olacaktı. Her ilçenin işbirlikçi örgüt lideri ise ilçe başkanlığına getirilecekti. "Devrim yapacağız." diyerek, dört aydır kurgulanan senaryonun nihayet son günü yarın olacaktı. Pek ses duyurmadan ilerleyen bir yapılanma söz konusuydu. Örgüt üyeleri, halkı belediye hizmetlerine karşı kışkırtmış, kurtuluştan yana beklenti içine sokmuştu. Mahir Bey bu durum sayesinde halkın da desteğini alacağını düşünüyordu. Biz ise yarın Halk Meydanı'nda toplanacağız ve sonrasında Mahir Bey'in birlikleriyle belediye binasına yürüyecektik. Mümkün olduğunca silahlanmadan kaçınacak, eylemci sıfatıyla orada olacaktık. Zannettiğimiz kadar sessiz sedasız halledebilirsek şehir hayatını, belediye işlerini duraklatmadan yetkiyi üstümüze alacaktık.
"Gasteye de çıkacak mıyız ağbi?" neşesiyle bir İspanyol kasketi düştü masaya. "Seni de mi uyku tutmadı Yoldaş?" dedi ardından bir ses. Yataktan doğrulmuş bir sıfatla geldi, oturdu masaya. "Henüz denemeye fırsatım olmadı Cengiz'im." dedim. Gülümseyerek örttüm üstünü, içimdeki karanlığın. Çay ocağına doğruldum, iki çay istedim. "Nerden çıktı şimdi bu? Yeterince kalabalık değil miyiz?" diye bir ses geldi içerden. Aldırış etmemeye çalıştım. "Yarın hürriyet günü Cengiz." ile bastırdım sesi. "Beni de onun heyecanı bastı Başkanım." dedi. "İyi ya," dedim, "çözümü varmış."
"Anlamadım Başkanım?"
"Konuşuyorum öyle Cengiz." dedim. Ardından, "Sen aldırma giderim buralardan bir pantolon bir ceket/Sen aldırma giderim uzaklarda yaşadığımı farzet." gibi bir ses daha koptu içerden. Fakülte öğrencilerinin akşam dönüşü neşesiyle doğruldu masaya. " 'Tuzla, güneşle yıkanan bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür.' demiş şair. Siz iyi ettiniz Başkanım." dedi. Kendini tamamlamaya çalışan insanların, böyle desteklere ihtiyacı vardır her zaman. Umudumu bir cümleye sığdırıp attım Cengiz'in önüne. "İyi ettim de'y mi Cengiz? " dedim, "Haberi yoktu zaten. Olsa kendisi giderdi." Onayladı. Ruhum, sıkıştığı bedene dar geldi. Çocuksu bir gülüşle taştı. "Çıkalım dışarı." dedim, yağmur da dinmeye başlamıştı zaten. Hesabı masaya bırakıp kalktık. Yakamı kaldırıp paltoya gizledim kendimi. Yaptığı araştırmalardan bahsetti, pek kulak asmadım. Gerekli yerlerde, muhabbet içindeki varlığımı kısa onay cümleleriyle belirttim. Ayrıldık. Eve döndüm. Uyumak için, ne vaktim vardı ne de halim. 'Tuttu bir alacakaranlık bastı. Bütün şehirler birbirine girdi'li bir sitemle masanın başına oturdum. Geçmişin kini ile geleceğin ümitsizliği harmanından dökülen bir mektup yazdım. Katladım. Zarfa sıkıştırdım. Zarfın üzerine iki damla mürekkep döktüm. Köşesini yaktım. Masaya bıraktım. Su ısıttım. Bu suyla çay demlemeye daha sonra karar verdim. Çay demlenirken üzerime çeki düzen verdim. Bugün büyük gündü, ütüsüz girilmezdi. Daha sonra, aynaya baktığımda, ümitsiz bir kalbe yoldaş olanın heyecanının da olmadığını fark ettim. Bu fikir, kara bir dumana cazip geldi. İs gibi çöktü üzerime. Kül olmuştum. Üfleyeceklerdi ve dağılacaktım. Dumanı dağıttım. "Gerekli olan ne var?" çanağına döndüm. Hepsini aldım. Çok cepli bir pantolon vardı altımda. Çok cebini de kullandım. Bir çay koydum. İki yudum aldım. Hevesim kaçtı. Bıraktım. Sabah, şehre yelteniyordu. Kapının bu saatte çalışını, 'her an her şey olabilir' gününün içersinde olmamıza verdim. Kalktım. Yavaşça kapıya yürüdüm. Henüz kapıya varmadan büyük bir gürültüyle kapı, ayağımın önüne geldi. Ne olduğunu anlayamadan, bir polis tekmesiyle kapının üzerine düştüm. Ellerimi, sırtımdan kelepçeledi. Birkaç polis daha içeri girdi. Kendi aralarında bağırmaya başladılar. Her şeyi birbirine katmak için içeri girmiş gibiydiler; sanki hiçbirinin ulaşmaya çalıştığı, aradığı herhangi bir materyal yoktu. 'Maksat zorbalık olsun' tavrı vardı hepsinde. Beni kelepçeleyen polis, hırpalayarak kaldırdı yerden. Ensemden tutup dışarı çıkarırken; evden, izin almadan mahalle maçına giden çocuğunu maçın ortasında alıp eve götüren bir baba gibi küfür savuruyordu suratıma. Dışarı çıktığımda karşı kaldırımda, ismi lazım değil, çok önemliyse Slav ceylanı diyelim, bir kadın başını sokağın diğer tarafına çevirmiş, mesai bekleyen hayat kadını edasıyla sigarasını içiyordu. Saniyenin bilmemkaçta bilmemkaçı kadarlık bir süre içersinde göz göze geldik. "Dünyayla aramdaki en büyük duvarsın." dedi içerden bir ses, "Oynadığım son kumarsın."
Havada, hafiften bir yağmur var. Tenteleri kapatırken, "Ağbi yavaş ol, üstünden su damlıyor bak." dedirten hafiflikte. Vaziyet haliyle pencereden bakmakla yetinmeyen bir ruhu zaptedemedim. Süregelen sıkıntılar içinde değişmeyen, nadir dostlardan birinin telefonunu açmakla toparlanmak bir oldu. Telefonu sağ kulağımla omzum arasına, rahatsız olacağı bir konuma koyup siyah bir eşofman aradım. Soğuk gecelerde, bir bankta sabahlatabilecek kadar kalın, bir yatakta yatarken rahatsız etmeyecek kadar da ince bir eşofman. Kıvamında haliyle. Tanımının tebessüm ettirecek kadar hatrı var. Dolabın içine doğru bir tebessümle aldım eşofmanı. Giydim. Bu tebessümden telefondaki dosta bahsetmedim. Alay konusu olmasından korktum. En son ölü bir adamın geceleri odama yaptığı ziyaretlerden bahsetmiştim. Bu da onun gibi olmasındı bari. Telefondan birkaç saniye rica ederek askılıktan elime gelen tişörtü çektim üstüme. Telefonu bu defa sol elimle dayadım kulağıma. Dolabın diğer bölmesini açıp kitaplıktan cüzdan, anahtar, sigara gibi ıvır zıvırları topladım. Çıkarken girişteki konsolun üstünde hayli uzun zamandır yok sayılan birkaç bozuklukla göz göze geldim. Bir tebessümle onları da aldım, koyacak yer yok diye üstüme ince bir mont çektim; bari montun cebinde sallansınlar. Çarpışma sesleri yalnızlığı azaltabilecek kere güzel bir tınıya sahipti. Çıktım. Hava hafiften mor bir renge bürünmüştü. Mor. Kararmaya mahkum bir renk bir yerde. Telefona doğru "Yağmur başlamış lan. Söyleseydin kasket alırdım." tarzı bir sitem yansıttım. Sokağın girişindeki balıkçının yanında bir başka dosta daha rastladım. Çay içme teklifi sundum. Evde bekleyeni olduğunu söyledi. Saygıyı hak eder bir sebep. Tokalaştık. Caddeye doğru baktım. Kalabalıktan yürümek hiç içime sinmedi. Hep içime sinmez zaten. Pederin dostu Şenol Ağbi'nin perdeci dükkanının da bulunduğu sokağa girdim. Yol üstü, el ve baş hareketleri ile mütevazi bir selam verdim. İki sokak boyu yürüdüm. İkinci sokaktan tekrar caddeye çıkıp bir sigara daha aldım. Lazım olur haliyle. Karşıya geçtim. Çay bahçesine girdim. Senelerce 'git-gel, git-gel'lerle kurulu bir dostluğumuz vardır sahibiyle. Yüzünden tebessüm ve alay eksik olmayan bir adamdır. "Allah, Hızır ve Odin neşesini daim etsin" diye geçirdim içimden. Bu cümle de okuduğum bir kitaptan, bağımlılık gibi yapışmıştı üstüme. Hal hatır soruştuk. Sandalyeyi çektim. Oturdum. Filmlerde, geceleri, kamerada parıldayan ışıkların olduğu yağmur sonrası sakin cadde sahnelerinden birini yaşıyormuş gibi hissettim. Üstü açıktır mekanın. Kahverengi ve yeşil arası tonda masaların her kenarında beyaz plastik, örülmüş havası katan desenlere sahip sandalyeleri vardır. Geçen yaz her şey plastiktir. Tadilattan sonra daha modern bir havası olmuştur. Genellikle kaliteli müzikler çalardır. Bugün nedense yoktur o yetisi. Kendisini, eski zamanlarda çokça var olup Fransız İhtilali'nden sonra yoğunluğunu yitirmiş ama tamamiyle silememiş bir unvanla isimlendiren radyo kanalı açık gibidir. Ortada yeteri kadar büyük olmayan bir tente vardır. Haliyle yağmurdan kaçırılan masalar, birbirine girmiş, tanışıklık ortamı oluşmuştu. Henüz sakindi. Hava tam kararmadan pek damlamaz müdavimler buraya. Kalabalığın en az bir yirmi dakikası daha vardı. Telefonu kapattım. Sıkıntıyı gidermek için iç dökülen konuşma, daha bir sıkıntı eklemişti. Olsun. Dostlar bunun içindi. Bir çay istedim. Genelde unutur. Bu sefer hızlı getirdi. Teşekkür ettim. Başka bir dostun mesajlarına cevap verdim. "Yaşantın nasıl süregeliyor?" dedim, "Sen iyice modern Türkçeden uzaklaştın ağabey." dedi. Güldüm. "Yalnızım oğlum lan! Bu sevdiğim tarzdan değil hem de." dedim, "Tanımadığım değil, tanıdığım insanlar içinde yalnızım." diye de ekledim. Aldırış etmemem gerektiğine dair birkaç 'herkesin başına gelir' nasihati geçti. Muhabbeti bitirdim. Bu sırada evden çıkarken aldığım sigara paketini de küllük kıvamına getirmiştim. Patron, "Çok içiyorsun bak!" diyerek her zamanki alaycı tebessümüyle geldi masaya. "Şunu biraz çekelim de kalabalık başlayacak. Yağmur da dindi gibi zaten." diyerek oturduğum masayı köşeye doğru çekti. Armut toplamak olmaz. Kalktım ben de tenteyi kapattım. Bari muhabbete girdik, bir çay daha istedim. Getirdi. Arka masaya iki kişi daha geldi. Biri çakmak istedi. Verdim. Sigarasını yakıp çay ocağına doğru gitti. Döndü. Sandalyeyi çekti. Masama oturdu. Suratıma baktı. Karşılıklı, ufak kahkahalar attık. Özür diledi. Kalktı. Kendi masasına geçti. Bu sırada eski dostlardan mesaj bağımlısı olanı başka bir konudan eski muhabbeti geri açtı. Yağmur başladı. Tenteyi tekrar açtım. Masaları, tentenin altına doğru çektik. Kalabalık halinde gelmeye başladılar. Patronun "Seni de rahatsız ediyoruz sürekli." mahcubiyeti eksik olmadı. "Sorun yok." dedim. Bu adamla konuşurken gülümsemediğimin hiç olmadığını düşündüm. Birkaç kişi daha geldi. Masayı biraz daha açığa kaydırdık. "Seni de elli kere kaldırdık ya, kusura bakma." geldi bu sefer. "Ayıpsın ağbi." diye karşılık verdim. Mahçup hisseden bir servis elemanının eli boş durmaz. Aldı küllüğü götürdü. Bir müddet geri getirmedi. Genelde unutur, göz göze gelene kadar da hatırlamazdı. Biraz sonra göz göze geldik. Kaşlarını kaldırıp dudağını büzdü. Küllüğü geri getirdi. İki bardaktır çayı soğumadan bitiremiyordum. İnadım tuttu. "Bu defa bitireceğim." diyerek bir çay daha söyledim. Bu sırada karşımdaki boş sandalyeyi de başka bir kalabalık gruba vermek durumunda kaldım. Sandalyenin bir sahibi yoktu. Yine de gidişi dokunmuştu bana. Birkaç minareden, saniye farkıyla yatsı ezanı okunmaya başladı. Çıkarken telefondan akşam ezanı sesi geliyordu. Zamanın çabuk geçtiğini fark ettim. İyi geldi. Zamanı, babamın malıymış gibi kullanmayı sevmem. Yavaşlık, yaşlılık hissini de yanında getiriyor. Bunu hissetmek için daha çok var. Güzel bir üniversite tutturalım, buna o zaman bakarız. Arkama yaslandım. Aklımdaki kalabalığı konuşturmaya karar verdim. Bir yerden "Siktir et bak herkeste bu sıralar bir aldırmazlık var zaten." geldi, "Bugün yine yemek yemedin." dedi bir ses, "Sabaha daha çok var, hasta olucaksın." diye bağırdı biri daha sonra, "Çayın da en iyisini devlet içiyor zaten." isyanını duydum, "Dayko maaşı da aldık, pavyona gidelim mi?", "Oğlum dön kitap oku, burası soğuk lan!" Pek rahatlatıcı olmadı. Daha sonra yan masadan gelen bir sesle, buranın, "Sevgi diye bir arkadaş var ya. Heh işte onun takıldığı yer" olduğunu anladım. Sevgi Hanım da pek keyfi yerinde biri değildi anlaşılan. Genelde sessizlikten kulakları boğulan insanların ses aradığı bir mekandı burası çünkü. Cadde ortasındaydı. Sağdan, soldan araba eksik olmazdı. Çay, bardağın yarısında soğumuştu. "Hadi be!" sesi geldi içerden. "Tüh!" diye bastırdım. Dördüncü çayı söylesem beşinciyi içemezdim. Çift sayıları sevmem. Mağlubiyeti kabullendim. Patron, meraklı bir vaziyette yazdıklarıma bakmaya çalıştı. Defteri kapattım. Huyumdur. Defter dediğim el kadardır. İçine yazması da bir hayli zordur şerefsizin. "Ödev be ağbi." diye geçiştirdim. Yazının kahramanı olan birine açıp okutmak utanç uyandırır bende. Geçiştirdim. O sırada, Sevgi'nin arkadaşına ait olan masa daha da kalabalıklaştı. "Bir sandalye daha alabilir miyiz?" sesi geldi. Patronun telaşı tuttu. Sağa sola bakındı. Daha çok bana bakındı. Bakışı anladım. "Tamam ağbi kalkayım ben." dedim, ufak da bir kahkaha sıkıştırdım araya. Bu durum içime dokundu. Çaktırmadım. Masadaki telaşın arasından hesabı ödedim. Caddeye çıktım. Kaçmak hissi geldi. Fikir cazip geldi. Tekrar Şenol'un sokağa girdim. Bir balkon çıkıntısı buldum. Altına girdim. Sigara zayi olmasın sebebi o yağmurda. Rüzgar göğsüme vurur gibi oldu. Montun fermuarını çektim. Ufak bir ürperti geldi. Yok saydım. Akşam vapurlarında, genelde dinçlik getirir bu ürpertiler. Onun gibi olduğunu varsaydım. Bir an Gelibolu-Lapseki feribotuna gittim. Yanıma kırmızı tişortlü, şişman, bıyıklı, 'yaşlı statüsüne girerken bir dönüp arkaya bakıyor' yaşlarında bir adam geldi. İki çayla geldi. "Başladığımdan beri Maltepe'den başka sigara içmedim. Türkçülük diyorlarsa benden iyisi yoktur." cümlesiyle geldi. Gülümsedim. Balkon çıkıntısı altına geri döndüm. Vurucu bir son, çarpıcı bir cümle bulamadım. Hikayeyi bitirdim. Son cümlenin altını çizdim. Başa döndüm. Başlık düşündüm. "Çenesi Titrek Bir Akşamın Anatomisi" geldi içerden. Can Dündar'dan aklımdaydı bu. "Anatomi" diyince bir fiyaka oluyor. "Tutuklanmayalım oğlum?" geldi daha da içeri bir yerden. "Siktir et!" ile bastırdım, "Pek de özgür yaşamıyoruz zaten." Baskı yeterli geldi. Defteri kapattım.