Bir kaldırım taşına oturup hakkını savundu Kör Bekir.
"Bu sokaklar" dedi, "bu çıkmazların hepsi benim, ben halkım!"
Muktedir bir çağrıdır bu, her yiğidin harcı değildir. Suratindaki iki haftalık sakal, saçlarındaki pas, ifadesindeki sahilik dalgalanmış bir bayrak kadar kutsal. Ellerini açtı şu caddedeki boşluğa, "Neden susturuyorsunuz içinizdeki öfkeyi? Neden kalkıp şu memlekete bakamıyorsunuz, neden? Önünüzde her şey! Her şey önünüzde ey bütün körler! Duyun şu vicdanınızda çağlayan yangını! Duyun ey insanlar! Hey kör oğlu körler! Bana mı diyorsunuz görmüyorsun diye? Bana mı kızıyorsunuz ne bileceksin diye? Hey kör oğlu kör! Hey insan oğlu insan! Kaldır başını da şu gidişe bak hele! Kaldır başını da şu düzene bak!"
Bir sokak köpeğinin boynunu aldı kollarına, başını yasladı başına. Vicdanına dokunan öfkeyi avcunun arasına alıp sıktı. Fısıldadı köpeğin kulağına, "Bak işte görüyor musun dostum, ben kör olmuşum onlar sağır. Nasıl anlaşacağız şimdi bu soysuz sürüsüyle biz? Sen beni duyarsın, görürsün; onlar nasıl fark edecekler beni? Sen beni bilirsin, onlar nasıl bilecekler?"
Köpeği bir müddet okşadıktan sonra dizlerinden güç alarak ayağa kalktı. Eğilerek arandıktan sonra köpeğin kulaklarına doğru gülümseyerek fısıldadı tekrar, "Onlar bizi duymazlar kardeşim. Ama ben seni duyarım. Bizim kaderimiz ortak seninle, gel. Gel gidelim şu beş para etmezlerin arasından."
Bekir, elindeki sopayı sertçe yere vurarak yürümrye başladı. Ara sıra etrafını yokluyor, köpeğin yanında olup olmadığına bakıyordu. "Aradığın sadakati insanda bulamazsın ki!" dedi, dişlerinin arasından.
Kasap Nuri ile Berber Salim, dükkanlarının kapısına çıkmış, birbilerine bakarak gülümsüyorlardı. "Senin Deli Bekir gelmiş yine." dedi Nuri. Salim isyan eder bir tavırla, "Sorma ya. Her gün her gün, bıkmadan, usanmadan geliyor uğursuz! Memeleketi bizim deli oğlan kurtaracak güya. Ulan başka insan mı kalmadı da bu uğursuz akıl verecek bize!"
İkisi de kahkaha atarak girdiler dükkanlarına. Bir çağrıyı, bir vicdanı umursamadan girdiler dükkanlarına. O gülüşlerinin arasına ihanet düşürerek girdiler...
Bekir, yanındaki köpeği okşayarak çok eski bir binanın arka bahçesindeki bir taşa oturdu. Akşam çöküyor, Bekir kendi karanlığına gündüzler doğuruyordu. Bilmeden yaşıyordu ne tür bir yerde olduğunu. Hiç görmediği insanoğlundan medet bekliyordu yılmadan. Yediğini görmüyordu, içtiğini görmüyordu, oturduğunu görmüyordu. "O sağır sürüsü görüyor da n'oluyor?" dedi sırıtarak yanındaki köpeğe, "biliyor da n'oluyor? Benim gözlerim kapanmış, onların insanlıkları. Ama sana bir sır vereyim mi dostum, ben her şeyi görüyorum. Bakma güldüğüme, ciddiyim. Onlar dünyayı görebiliyorlar ama ben her şeyi görüyorum. Onlar yaşananları görüyorlar, ben sonunu bile görebiliyorum." Suratına bir burukluk kondurarak devam etti, "Onlar bize gülüyorlardır şimdi. Olsun. Ben de onlara gülüyorum kimi zaman. Bana 'deli' diyorlar, ben gülüyorum mesela. Gülüyorum ben de onlara. Seni de güldürüyorlardır, biliyorum. Sen de gül dostum. Ben de gülüyorum. Ben de..."
Sırtını dayadığı binanın arka camına çıkan bir kadın, elindeki su dolu sürahiyi aşağı doğrultarak Bekirin başından aşağı döktü. "Git başka yerde sızlan ayyaş! Al itini de git şurdan, rahatsız etme milleti!" diye bağırdı eş zamanlı olarak.
Bekir köpeğini de alıp hiç ses çıkarmadan sokağa çıktı. Yüzünde hiçbir ifade barındırmadan sopasını vura vura yürümeye devam etti. Sahilin, gece yağan yağmurdan dolayı ıslanan banklarından birine oturup köpeğine dokundu. "Yaa kardeşim, bak, yine itelediler bizi, görüyor musun? Görüyorsundur tabii. Benim gibi kör değilsindir ki sen. Gör dostum, örselenmenin ne demek olduğunu gör. Ama bak, beni de görüyorsun. Bak, ağlanıyorum. Ağlamıyorum; çünkü benim gövdemi dik tutmam lazım biliyorsun. Onlar her şeye ağlıyorlar ama. En ufak bokluklara ağlıyorlar. Ben de ağlamak istiyorum; ama benim sert durmam lazım. Bu sağırlar benim ağladığımı görürse üste çıkarlar; ağlamamam lazım. Benim büyük meselelerim var hem, biliyorsun. Ağlayacak vaktim yok." Tekrar hafif bir tebessümle başını eğdi, "Ne garipler değil mi? Bizi ağlatamıyorlar; ama güldürebiliyorlar. Acizlik benim ş görmeyen gözlerimde mi şimdi dostum; yoksa onların her şeyi bildiklerini zanneden tavırlarında mı? Sen karar ver. Sen benim görebilen en sadık yoldaşım artık ne de olsa."
Bir garip heyecanla yerinden doğrularak, "Haydi bakalım," dedi, "yolumuz açık olsun sırdaş. Bu defa yolu sen göster bana. Senin istediğin bir yere gidelim, haydi."
Kayalıklardan Bekir'i izleyen iki genç kendi aralarında gülüştüler. "Bekir değil mi o?" dedi birisi. Diğeri başıyla onaylayarak kahkaha attı, "Şu da İsmail Ağbi'nin eski köpeği değil mi lan? Gözüne tahta girince kör oldu diye attıydı sokağa. Bulmuşlar birbirlerini bak."
Kırık gitarları bir bir hurdalığa atıp yaktılar İsmail. Bu olay bana bugünden geçmise canımızı yakanları atlayarak geri geri saymayı öğretti. Önce Ferdi Ağbi'yi vurdular, sonra annen astı kendini, baban hapisten kaçtı cenazeye gelmek için İsmail, müebbete tabi. 96 model bir Audi çekti Türkan Abla altına. Mahallenin orospusu Kader emekliye çıkardı kendini. Kazim Ağbi gül döktü binanın önüne, yok. O kadar yalvardı Kader'e, yine de çıt yok. Selma Abla'nin oğlu Selim, üniversiteyi kazandı Ankara'da.
Buralar çok değişti artık. "Sen olmeyeydin, biz bu mahallenin eski ruhunu aynen yaşatırdık" diyorum bazen. Sen de gayriihtiyari gittin be İsmail, seni de suçlamaya gönlüm el vermiyor benim. Ama bari annen asmasaydı kendini. Benim tek dayanağım da Feride Abla'ydi, ne yalan söyleyeyim, onu salonun ortasında öyle görünce kafama sıkmak istedim. Şu sevdiğim kız, Münevver; daha açılamadan yurt dışına gitti. Asli'yi da senden sonra başkasına verdiler, eli yüzü düzgün garibanin, ama kanım kaynamadı bir türlü. Sen gittin, her şey değişti İsmail. "Devir değişti" dedi bebeler, büktüm boynumu indim sahile, bir çay söyledim, karşı sandalye dolmadı bir türlü. Mahalleye hırsız dadandı geçen hafta, üç binaya girdiler, bilanço ağır, Selma Teyze'nin bilezikler gitti, Hasan amca'nın baba yadigarı saati gömdüler, Halime Abla'nın da Mesut'u çalmışlar piç kuruları. Kadin evladı ölünce plastik manken besledi evinde, Mesut koydu adını. Ne istediler kadının hayallerinden be İsmail!
En sonunda, hoca "Hayrun mine'n-nevm" dedi, dört herif Rauf Amca'nın yeni aile apartmanına tırmanmaya başladı, ben önce Polat'ın bağırışını duydum, aldım sopayı damladım sokağa. Baktık herifler gazlıyor, düştük peşlerine, iki sokak sonra enseledik bunları. "Ekmek parası" dediler, siktir çektim, vuramadım da. Sen olsan vururdum, sen yoksun diye vurmadım, direkt polise teslimat. Rauf Amca desen; bitmiş, okeye dönüyor artık. Elinden lokmasını alsalar fark etmeyecek. Talikacı Ekrem kapattı kahveyi, aldı başını gitti memlekete, kaşkariko. Yeri boş kaldı bir müddet. Dedim böyle olmaz, ben gireyim bu işe ama evdeki hesap çarşıya uymadı be iki gözüm.
Büyük hedefler peşine düşüyorum, bir yanım hep yarım. Bize yaşamak adına, yaşatmak adına destek lazım. Öyle mezar taşlarından bakma bana İsmail, kalkıp gel işte eski birahaneye. Biz de dayadık ondörtlüyü İstanbul'un şakağına, biz de toprağa yaren bıraktık, bizim de ekmeğimize kastettiler; ama sen yattıkça bizim omzumuz yarım, gücümüz yok.
Umutlar bizimçün tiken üstlerinde
Bir yaşamak türküsü, hiç duyulmamış bir marş
Bir sinema henüz kurgulanmamış
Koca bir halk bizimçün Muzaffer, sanıyor musun ki bağıracak meydanlarda
Sanıyor musun ki kenetlenecek fotoğraflarda
Kendini değil, kendine anlatamayan bir lanet olmuşum bu kör kalabalıkta
Tükrülmemiş bir zehir, açılmış bir yara
Tüfenk namlusunda hürriyet aranmış bir toprak
Islıklarımı duyuramam bu sokaklardan
Ama haykır
Haykır ki bizim de ekmeğimize barut sinsin
Şu uğultulu koridorlara asılmış ruhumun partizan gövdesi
-Üstünde kir pıçak
Diret ki vursun yüreğinden hak için kıdem önünde secdeye düşenleri
Sen şu öfkeni sandıklarına çekmişsin
Benim nefretim meydanlara gömülmüş gizem
Parmaklarına küller sürülmüş o yalnızların
Kent sınırlarına cesetler atılmış o memlekette
Yaşamak demişsin buna sen
Yaşamak hiç atılmamış bir nara o toprakta
Sen yalnızlığına insan yığınları toparlamışsın
-İnsan yığınları, içinde ağız dolusu küfürler
Bir topluluğun dağıldığı anların içindeyim ben oysa
Şarabımda dahi sükunet ararım
Beni benden başka gören kalmadı
Avunmuş bir yara içine damper damper kireçlenen ruhumu
Benden başka duyan kalmadı
Fikrim içerinde boğumlandım mezar yazıtlarıyla
Sanıyor muyum ki koca bir halk benimçün Muzaffer
Bağıracak meydanlarda
Sanıyor muyum ki kenetlenecek fotoğraflarda
Bize mülkiyet mi kaldı
Ah! Ben ki bu yaşıma kadar hicran peşine sürüklenmekten dirsek çürüttüm.
Hayatın kıyısına sindim gölgelerimden, anılardan parmak izi topladım -vefa diye.
Üstelik bir şeyler denedim ecnebi yakamla girerken şehirlere -borcum olsun diye.
Kırık çekmeceler içine mektup doldurdular, toz kondurdum -racona uysun diye.
Birikip birikip bir kağnının kırık felek tekerleklerinden, bir hayli ağır paltolar çekiniyorum omzuma.
Duvarları banka afişli çok eski bir şehrin Cumhuriyet Caddesi'nde iki tüfek bir kelepçe dünya.
Kaçıyorum kalabalık kent caddelerinden.
İnce bir çizgide kıvranan yolcu gemilerine kaçak, vagonlara üstümü aratmadan binebilmek gibi cesur direniyorum.
Yaşıyorum bir nevi sevda gibi yarım yamalak.
Önce beni bir gemiye alıp paçalarımdan sürüklüyorlar.
Kardeşime, kurşunlanmadan önce son defa baktırmadan göğe paralel sürüklüyorlar.
Vicdan azabı sakallarıma geçmiş zaman eki değdirmeden önce sürükleniyorum.
Adres defterlerimi bir subay, bir gece vakti matafora kenarında yakıyor, "Sızlanma," diyor "gereği yok artık."
Bir yolculuk ki duraklar çürütür artık, varamıyorum iskelelere.
Hastalıklı sorular soruyorum yanımdakilere. Eğer kimse yoksa üç kişi oluyoruz güvertede.
"Acaba dedem, ölünce hatırlayacak mı beni?"
Susmaklar dinliyoruz
Hangi yaraya kabul bağlar bir vebali sürgünle ödetmek?
Çok zaman sonra beni bir şehre terkediyorlar omuzlarımdan tutup, göğsüme gam vuran bir şehre.
Köprüaltlarında baygın çocukların saçlarını kimse okşamıyor.
Giderli türkülere saz çalmıyorlar.
Sol yumruğum benim, hep sıkılı çünkü bir sevda saklıyor.
Bir sevda, ben ona başka bakış açıları katamıyorum.
Cebimdeki son kuruşu ecnebi istasyonlara gömüp bir vagona saklanıyorum.
Ruhuma menteşe vurmadan krom kaplı kapılar kapatıyorum.
Zaman bir kıvrımından mintan örüyor üzerime, makus kokuyorum.
Bir sürgüne kuşanıyorum ben artık, bir hayat deviriyorum.
Sorular soruyorum artık; sorular ki cevapları sunturlu
-YA BU NE BİÇİM UYKU BU!-
"Serkaan!"
Akşamın soğukluğundan, ağzından çıkan buharla beraber, çok içerden gelen cılız bir sesle bağırdı kadın. Sokağın ortasında, ıssız bir kalabalığın arasından bağırdı. Üstünde ince, kısa kollu, siyah bir tişort ve altında krem rengi eşofmanla bağırdı öndeki bereli çocuğa. Birkaç defa. Her defasında daha içerden. Her defasında geçmişin daha da dibine gömülüyormuş gibi bağırdı. Öndeki çocuk hızını kesmeden ilerlemeye devam ediyor, her bağırışta daha fazla geriliyordu. Hayatında ilk defa umursandığını hisseden insanlar gibi geriliyordu, suratı muzip bir tebessümle kaplanıyordu. Bir rotası olmayan gidişler her zaman yarımdır. Çocuk yarım gidiyordu. Her bağırışta daha da hızlanıyorken, bir anda durdu, dönüp arkasına baktı. Kadının soluğu kesildi, yanındaki arabaya dayandı. Çocuk birkaç saniye durduktan sonra hızını artıratak yürümeye devam etti.
"Serkan, bir dur, dinle öyle git bari..."
Artık hava, kadının ses tellerini çaresizlik penasıyla çalıyordu. Sakin ve düz cümleler soluklanıyordu. Dayandığı arabadan sıyrılıp daha yavaş yürümeye başladı. Olgunlaşmak gibi adım atmaya başladı kadın. Saçları birkaç dakika içinde dağılabilmiş, gözleri dolmaya başlamıştı bile. Cephede son askerin, son can çekişleri gibi güç adımlarla biraz daha ilerledi. Çocuk sokağın köşesini dönünce, kadının yanına ufak bir kız çocuğu gelip, "Ağbi?" dedi, sokağın karanlık çerçevesini aralayıp bir şeyler arar gibi. Bulamadı. Kadın, kızın elinden tutup içeri girerken son kez baktı arkasına, son soluğunu "Serkan" diyerek kullanmış gibi bir ses tonuyla.
Eve girip kocasına yöneldi, "Sen yaptın!" dedi, "Allah senin belanı versin, sen bu çocuğu bu hale getirdin. Ne alıp veremediğin vardı? Oğlun o senin lan Allah'ın belası, oğlun o senin!"
Yarım saat içinde her şey son defa yaşanıyormuş gibiydi. Dünya son defa dönüyor, kadın son defa hareket ediyor, kız son defa yutkunuyor gibi. Adam, kadının elini tutup ters çevirmeye çalıştı, "Yetmedi mi şımarttığın bu hıyar ağasını? Neyi ben yaptım? Sen bu çocuğu böyle yetiştirdin sen!" diye fısıldadı. Sessiz olması gerektiği için değil; öfkesini, o göğüs kafesindeki sızının önüne geçiremediği için fısıldadı. Kadın, adamdan kurtulmak için zorlanırken küçük kızıyla göz göze geldi. Kız ne yapması gerektiğini bilemeden, orada durması büyük bir suçmuş gibi tuvalete kaçtı. Kadın, güçlü bir hamleyle adamdan sıyrılıp mutfağa koştu. Adam, her şey bitmiş gibi koltuğa çöküp televizyona bakmaya başladı. İki dakika sonra elinde ekmek bıçağıyla geri gelince adam ayağa kalktı.
"Beni böyle mi korkutacaksın? Sen kadınsın, sen bana muhtaçsın, o çocuk, şu tuvaletteki kız, hepiniz bana muhtaçsınız lan. Sen o bıçağı bana saplayamazsın, beni değil kendini bitirirsin sen. Aileni, geleceğini bitirirsin!"
Kadın, hüznün ağırlığını bileklerine verip bütün bilincini kaybetmişçesine bıçağı adamın karaciğerine sapladı. Bir... Çıkardı... Adam şaşkınlığından sıyrılıp nefs-i müdafaya geçemeden kadın bu kez bıçağı adamın kalbine doğru soktu; adamın gözleri açıldı. İki... Çıkardı. Adamın gözünün içine bakarken istemsizce bir kez daha karaciğerine sapladı. Üç...
Kız tuvaletten çıkıp odaya geri döndüğünde kadın, can çekişen bedenin yanına çökmüş, ellerindeki kanı umursamadan saçlarını yolmaya çalışıyordu. Kız dizlerinin üstüne çöktü, sanki dünyanın ne demek istediğini anlayamıyormuş gibiydi.
Bir şeyler dağılıyordu; son defaymış gibi. Her şey, künyesini kaybetmiş gibi. Şarapnel parçalarından bir hatıra, bir kalbe korkusuzca giriyormuş gibi. Bir suçu omuzluyormuş gibi.
Kadın kendine gelmesi gerektiğini düşünüp tuvalete koştu ve yüzüne su çarptı. Hızlı hareketlerle üstünü başını temizleyip hayatını terketmeye çalışırcasına kapattı kapıyı. Kızın yüzüne son defa bakmamıştı. Kız babasının yanına koştu, can çekişen kırmızı gözlerine baktı, elini tuttu. Babası ellerini kavramaya çalışmıyordu. Eğer idrak edebilecek olsaydı, "Ne kötü," derdi, "Ne iğrenç bir sevgisizlik bu?" İdrak edemediğinden boynuna sarılmaya karar verdi. Babasının hırıltıları kesilince daha sıkı sarılmaya çalıştı. Bir ölümün arkasına saklanmaya çalıştı. Yalnızlıktan kaçmaya çalıştı. Suratını gömdü. Uyumak istiyormuş gibi. Ölüme sarılmak, bizi dünyadan soyutlamaz mıydı ki? Neden bitmiyordu bu can çekişmeler? Soluksuz bir babaya sarılmak, bir kız çocuğunu koruyamaz mıydı?
Tek bir yanıt bulamadan babasının karnındaki bıçağı, eski bir sandalı incitmemek ister gibi usulca çıkardı. Bu bıçak yarası babasını uyuttuysa, annesi babasına bunu yaptıysa, elbette ki yararlı bir şeydi. Bir kadın, kocasını neden incitsin ki zaten... Veya bir anne, çocuğuna neden acı çektirsin ki... Kız uyumak, bir şeyleri bitirmek isteyerek, tıpkı annesinin yaptıklarını taklit etmeye çalıştı. Bıçağı sapından tuttu, karnına doğru yavaşça indirdi...
Şu sürmene işi pıçakların sivri ucunu dudağa dayamak; bilirsin, en içten intihara meyil vermektir. Bir balgam gibi yapıştık dünyaya, sökülmek öyle senin yapabildiklerin kadar kolay değil. Yalnız en ücra sokakları bulup voltalayabilmek var yapabildiğim, hakikatlidir. Cümlede anlam nedir, onu bile beceremem ben aslında, bakma. Fakat filhakika yaşamak kadar ağır duruşlarım var bazan, karanlığı gözüm kapalı dinlemek kadar sakin.
Bir bıçağı işte tekrar dudağıma değdiriyorum, kirpiklerine dokunabilmek kadar acı vermiyor. Bilmem hangi radyonun hangi ölüm haberini verdiğini dahi karıştıyorum artık, yeşil paragraflar gibi içim geçmiş oluyor. Halk egemenliğini bizim topraklarda görmek gibi usta hayallerin peşindeyim daha çok; devlet gibi adamların önünde düğme iliklemenin değil. Ama bir sana boyun eğmişliğimin üç kuruşluk gururunda tekmil tekmil adımlıyorum karlı bulvarları.
Gazete evlerinde saatler, geçmişi o tik-taklarla tüketmek üzere dönüyor; yoksa zaman tutmak bizlere özgü bir şey değil. Zaman ancak sensin, tutulmak özlemi duyan. Bizim gibilere özgü değil iki zar atıp çift getirmek; talih, saçlarına dokunmak kadar gayretli olduğundan.
Bir akşam harman olup mektuplar yazışıma dair ne varsa Beyazıt'ta küle döndüler. Daha sonra Topkapı-Habibler hattını süren T4'lerde kokunu duymak, aranmakları otogar köşelerinde bırakmaya kalkışmak var. Haddi olmayan mevkiilerde, Elbistan sınırlarında düş döşemenin katlanırlığı Maraş/Dulkadiroğlu Şeyhadil Taziye Evi'nden fedakar. Henüz yaşanmamış caddelerde, otobüs camlarından bakınmak hele ki, kudurtucudur.
Katlanmak işte! Bize denk gelen eylem budur bilhassa! Bir dünya, bütün kirini pasını mintanımıza bulaştırır, biz katlanmak üzre kalkınırız. Bunlar, senin gidişlerine yatkınlığın kadar bize yatkındır!
Kahverengi duvar kağıtlarının sıkıştırdığı, tavanı boylu boyunca irili ufaklı harflerle yazılmış cümlelerle kaplı odaya girdiğimizde gökyüzüne kilise karanlığı hakimdi. Sabaha varmak üzereyken bir kuvvetle geri dönme çabalarının kararsızlığı vardı gökyüzünde. Bu savaşın muğlubu olmasından korkuyor gibi kalın bordo perdeleri, henüz güneş doğmadan çekmeyi yeğledi Bahri. Daha sonra üstündeki yeşil parkayı umarsızca koltuğun üstüne fırlatarak tavla masasının önüne bir sandalye çekti, oturdu. Sağ eliyle masanın diğer tarafındaki koltuğu işaret ederek benim de oturmamı istedi. İstedi diyerek nazik yaklaşmaya çalışıyorum, suratındaki öfke ve kaşlarındaki ciddiyetle emrediyor gibiydi. Oturmadan önce son bir hamle yapmayı düşündüm. Ne yapmak istediğini kestirebiliyordum. Eğer birkaç saniye içinde odanın sol köşesindeki çelikten kadın biblosuna ulaşabilirsem, bibloyu ensesine geçirdikten sonra kaçabilirsem belki bu boktan oyuna başlamadan nokta koyabilirdim. Ama kapıyı kitleyip anahtarı cebine koymuştu. "İlk darbeyi vurduktan sonra şaşkınlık yaşar. O sırada zamanı kullanabilirsem anahtarı cebinden alabilir miyim?" Sanmıyorum. Direnecektir. Şaşkınlığı zayıf noktası değildi. Küçüklüğümden beri tanıyorum onu. Üstelik anahtarı aldıktan sonra kapıyı açmak için daha çok zamana ihtiyacım vardı. Her halükarda bir oyun oynayacaktık. Bir kere daha bana bakmasını bekledim, bu bir direnç eylemidir. Birkaç saniye sonra bakışlarını sol omzunun üstünden arkasına doğru yöneltti. Yavaşça yürümeye başladım, başım dönüyordu, direnmeye devam ediyordum. İçten bir sigara dumanını kusmak istiyordum. Genzime kitlenen kelimeleri suratımda asmak istiyordum. Direnmeye devam ediyordum.
Yavaşça oturdum siyah koltuğa. Koltuğun rahatlığı kafamın içini dahi askeri içtimaya çekiyordu. Güneş ayaklanıyordu, benimse beynimin içi müsellah. Oturduktan sonra, NBC filmlerinin içindeymiş gibi baktık bir müddet birbirimize. Fakat bunu ne bir sanatçı ne de bir sanat yorumcusu açıklayabilirdi. Bu, bir hayatın nasıl ve ne kadar boşlukta süzülebileceğini tartışan bir bakışmaydı. 1 ve 2'nin arasında sonsuz sayı olduğu halde 1'den sonra 2'nin gelebiliyor olması kadar garip ve çaresiz. Bahri, "Daha ne kadar böyle sürecek bu?" derken başını aşağı indirerek bu sahneye bir son verdi. Ne diyeceğimi bilmiyordum; fakat cevap beklemediğinden emindim. Sol elini beline götürdü, elindeki parlak silahla birlikte masaya koydu. Silahı, hayatını kaybedecekmiş gibi sımsıkı tutuyordu; damarları patlayacak gibiydi. Bir hışımla ayağı kalktı, elindeki silahın şarjör kısmını duvara vurup yine aynı hızla geri döndü, kitaplığa yöneldi, bir müddet karıştırdıktan sonra bulduğu nostalji sarısı defteri masaya koydu. Bana doğru uzandı, bu halinden korktuğumu o an farkettim. Vücudumu sağa yatırdım. Bir an, celladına gülümser gibi suratıma baktı. Bakımsız, çirkin sakalları yetmiyormuş gibi o çirkin gülümsemeyi de suratına ekleyip ceketini aldı. İçinden mavi, tükenmez bir kalem çıkardı. Kalemi defterin üzerine koyup önüme sürdü. Tebessümü silinmişti.
"Anlamıyorsun," dedi, "Biz birbirimizi yazmak için yaratılmış karakterleriz, birbirimiz için değil! Bu yüzden bizi yazacağız. Şu Yusuf'un düştüğü kuyuya biz de düştük. Biz onun kadar şanslı insanlar değiliz ama Gamze! Domuz gibi içiyoruz. Farklı erkeklerle, faklı kadınlarla öpüşüyoruz. Farklı cinayetler işliyoruz. Düşüncelerimizi kana bulamayı seviyoruz. Bizi bir tüccar gelip kurtaramaz. Biz o kadar şanslı insanlar değiliz. Bizi ancak biz kurtarabiliriz. Sen ya da ben değil; biz ulan biz. Bu yüzden bizi yazacağız. Eğer bir anlam bulmak istiyorsak kendimizi yazacağız. Hiçbir anlamımız kalmadı Gamze. Sikik bir gösteriden ne farkımız kaldı? Sürekli farklı karakterleri oynuyoruz, farklı senaryoları okuyoruz; ama hep boktan! Yazacağız. Deneyeceğiz. Birimiz kazanacak. Yazabilen kazanacak. Yazabilen, bu elimdeki silahı kendi kafasında patlatabilecek. Ölmek en basiti, biz bu zevki daha yukarı taşıyacağız."
Artık dediklerinden ya da yapacaklarından korkmuyordum. Ne yazacağımdan korkuyordum. Bizi anlatamazdım. Bahri, çocukluğumdan beri en sıkı dostumdu, onu yazamazdım. Ben insanım, dibimdekileri görebilmek benim lüksüm değil. Alkol istemiyordum ama ihtiyacım vardı. Bahri, elindeki silahın namlusunu alnına vurup duruyor, hâlâ bu çukurdan çıkabilmek adına bir mucize bekliyordu. Önümdeki deftere yöneldim. İlk sayfalarda yüzlerce karalama vardı. Ne olduklarını anlamadığım bir sürü yaratık.
*********************************
Birkaç saat geçmiş olmasına rağmen üzerini karaladığım cümleler dışında hiçbir şey yazamamıştım. Bahri saatine bakıyordu. Hava çoktan aydınlanmış; gün ışığı bordo perdeleri delememişti. Son yazdığım birkaç paragrafı da karaladıktan sonra defteri sert bir şekilde kapattım. Bahri namluyu kafasında her yere teker teker dayamıştı. Elimdeki kalemi kısa süreli bir öfkeyle parkeye fırlatınca Bahri oturduğu yerden kalkıp, "Yine beceremedin." dedi ve elindeki tabancayı masanın üzerine bıraktı, "Sıra bende"