Bu kadar yolu nasıl yayan geldim aklım almıyor. Bir göğsüm yaşamın ağırlığıyla yalpalarken nasıl yürüdüm bunca yolu, düşmeden. Eksilen her şişeden bir kadeh ayırdım kendime. Belki sarhoş yürüdüm, belki karanlığa üryan koşasım geldi. Yine de uyursam sanki, bütün görüntüler değişir gibi geldi. Gömdüm kendimi yataklara, toprak altlarına ve bodrum katlarına. Dünyadan üstüme sinen tozu süpürmekti önce. Sonrası tek perdelik bir gösteri; biraz trajedi, belki biraz komedi.
Sığamadım üç boyutlu hacimlere. Bir yalnızlıktır sürüp gitti. Sıcak odalara, kazanlı sobalara bastım belki ruhumu; çözülmez bir buzul, ayrılmaz bir düğümdü. Kaçtım ve bitti.
Home
Archive for
2017
Rutubet, duman ve alkol kokusu içinde yaşadığım iki sene boyunca kahkaha atmak için, bu binayı yakmayı bekledim. Neron için Roma'yı yakmak neyse, benim için de bu binayı yakmak oydu! Odamda, iki sene ışık yakmadım; bir gün bütün ışıkların yüzüme vurması için. Yirmi dokuz yaşındaydım. Her türlü maddeyi kullandım. İnsanları, asla. Bir gün hepsini, aynı amaç uğruna harcamak için.
Ceketimi, salondaki masanın üzerinden alıp silkeleyerek evden çıktım. Birkaç milyon saattir yağmurun dinmesini bekliyordum. Sokağa çıktığımda kapüşonumu takıp ana caddeye yürüdüm. Sokak lambasının altında kalabalığın daha da sakinleşmesini bekliyordum. Işıklar yavaş yavaş söndü. Hala çiseleyen yağmur damlaları görüntüden uzaklaşmaya başlamıştı. Arkamdaki binanın herhangi bir katında herhangi bir cam açıldı. İçerden radyo sesi geliyordu. Ağır arabesk bu şarkı, şu an için istediğim en son şeydi. Bu gece bütün şehirde caz müzik çalmalıydı. Yapabilenler, kalkıp karanlık caddelerde dans etmeliydi. Bu gece, o gece olmalıydı! O bütün ormanı kaplamış sisin içinden gelen saksafon sesiyle vuran ayakların gecesi! Cam kapandı. Kafamdaki sahneyi yakasından tutup daha aşağılara fırlattım. Caddedeki bütün mekanlar kepenkleri indirdiğinde, dilime dolanan afro amerikan şarkılarına ritim vura vura yürümeye devam ettim. Otoyola çıkan yoldaki yakıt istasyonuna girdim. Sözde yolda kalan arabam için iki bidon benzin aldım. Bidonları, karşı binadaki çatı katına çıkardım. Bu evi de birkaç ay önce kiralamıştım. Nazlı'yı arayıp buraya gelmesini söyledim. Bu tamamen şov içindi. İki senedir telefon ekranında görmediği bu ismin, bir anda çıkıp yanına çağırmasını garip karşılamışsa da birkaç saat içinde evdeydi. Ona, burada kalmasını söyleyip elimde bidonlarla kendi evime döndüm. Binaya girerken iki kat altımda oturan adamla karşılaştım. Birbirimize iyi geceler diledik. Ölürken katiliyle göz göze gelmesinin ne demek olduğunu bilemem, ama son kez iyi geceler dilediği adamın ne hissettiğini bilmek mükemmeldi. Odama çıkıp saksafonumu ve kitaplarımı aldım. Bir bidon benzini evin her yerine döktüm. Sahip olduğum bütün kitapları, her şeyle birlikte yanması için merdivenlere bıraka bıraka, üstlerine ve etraflarına kalan benzini döke döke binadan çıktım. Onlara ihtiyacım yoktu. Hepsi okunduktan sonra yakılmayı hak ediyordu. Çünkü hepsi birer suç aletiydi. Zihnimi düşünmeye ve yargılamaya teşvik eden, bana o bütün insanların gerçek yüzünü gösteren suç aletleri!
Nazlı'nın yanına geri döndüğümde karşı binaya bakar vaziyette yerleştirdiğim koltukta otururken anlamsız bir bakışı vardı. Neler olduğunu sordu. Bunca zaman sonra neden bu saatte onu buraya çağırdığımı ve ondan ne istediğimi. "Her şey çok değişti Nazlı," dedim, "ben de öyle." Yanına oturdum. "Mesela?" dedi. "Mesela..." dedim, "İnsanlar hakkında yanıldığımı anladım. Çoğuna güvendim. Güvendiklerimden daha fazlasını tanıdım. Sonunda hepsinin bir huyu olduğunu anladım. Yaşıyorlardı ve yaşantılarını çıkarları belirliyordu. Konu çıkarları olduğundaysa her şey basit mutfak eşyalarına falan dönüşüyordu. Gereksiz ev aletlerine, takılara, çeyiz eşylarına... Bu durumda onları kolaylıkla satabiliyorlardı. Kısacası, değişen şey ne mi oldu? Cesetlere çarpa çarpa yürümeye alıştığımı anladım. Ve bu alışkanlığımdan nefret ettiğimi. Nefreti bitirmek için de nefret ettiğim şeyi yok etmeyi. Bu baktığın bina benim. İçinde, beni tanımasalar da ellerinin çarptığı bazı şeylerle beni devirmiş birkaç insan yaşıyor. Beni o değersiz ev eşyaları gibi görmezden gelmiş ve aynı binada yıllarca göz göze gelsek dahi tanınamış insanlar. Konteynıra attığı çöp torbasının içindekine bakmamış birkaç insan."
Nazlı'yı birkaç yıldır seviyordum. Buraya geldiğinde gözlerini kaçırışından muayyen o da seviyordu. Fakat bu konuşmadan sonra gözlerimin içine bakışlarını kilitlediğini fark ettim. Dizimin üstüne çömelerek elini tuttum. Dansa davet ettim. Başka şansı yokmuş gibi kabul etti. Birkaç dakika dans ettikten sonra sokağa çıktım. Elimdeki çakmağı, binanın girişindeki benzinin üstüne bırakıp Nazlı'nın yanına geri döndüm. Kilitlenmiş bir halde binaya bakıyordu. Alevler yükselirken duyduğum fısıltılar da çığlık olmaya başlıyordu. Ateşin ışığı yüzüme vurdu. Sirenler çaldı. O muhteşem zevki bir tebessüm yaparak dudağımda tuttum birkaç dakika. Nazlı koltuğa geri oturmuştu ve hala boş gözlerle bakıyordu. Saksafonumu elime aldığımda, "Bir sürü insan şu an senin çakmağınla yanıyor ve saksafon mu çalacaksın?" dedi, kısık bir sesle. "Hiçbirinin, kullan-at tıraş bıçaklarından bir farkı yok." dedim yalnızca ve ayaklarımla ritim tuta tuta üfledim tüm mutlu notaları.
Pera'da, serseri adımlarımı saatlerce ıssız sokaklara attığım bir gecenin sonunda, eldivenle dahi buz tutmuş ellerimi sobamın üstünde ıstırken, aklımı derin dehlizlere gark ettiren o mektubu yakmak fikri bir kez daha baş gösterdi. Fikrin ateşiyle aniden kızgın demirlere dayanmış gibi yanan ellerimi sobadan ayırıp mektuba yönelttim. Bu hissiyat ki beni bir urgan ipin ucunda yaşatırcasına, acı veriyor. Aklımın ve gönlümün arasına bir cephe açmış gibiyim son günlerde. Bir iç savaş hali bedenimi sarıp sarmalıyor. "Ey sevda!" nidaları dönüyor içimde, "Azabın bir can havli, neş'en hürriyet misali." diyorum. Anlamam, ne diye kayboluyorum böyle kendimde. Saçı tıraşlı çocuklar ellerinde bayraklarla, gövdelerinde pankartlarla meydanlarına koşuyor ruhumun. Öyle şiddetliler ki kanım çekiliyor geceleri. "Hürriyet! Hürriyet!" diye diye yırtıyorlar kendilerini.
Ben, ismi lazım olmaz bir devlet memurundan fazlası değildim, kendim için. Âcizâne, kendim bir telgrafhane müdürüydüm, evvelinde. Ankara'nın, ismi hürmet görmez bir beldesinde çalıştım senelerce. Memleket şartları, makamım ve yaşam koşullarım gereği bir güzelin gönlüne serilip evlenmeye imkân bulamadım. Ki bir niyetim de olmadı bu hususta. Fakat bir kez, gayriihtiyari, bir kadın sevdim Ankara'da. Manastırlı bir ailenin en büyük kızıydı. Ne yazıktır ki birkaç ay sürebildi aramızdaki yangın, yalnızca. Peder beyinin işleri gereği Istanbul'a taşındılar. Daha sonra bir telgraf dahi çekmedik birbirimize. Bir zamanlar makamımda yatıp kalkmaya dahi başladımsa da nâfile. "Ayrılık iki gönüle değil iki bedene yas olur." denir bir suyla söndürmüştüm bu yangını ki mesai bitimi eve gitmeye yeni başladığım zamanlarda, sabahın bir köründe odama giren yardımcım, hayret eder bakışlarıyla bir mektup bıraktı masama. İsimsiz mektuplar, her zihinde karşı konulmaz bir kargaşa doğururdu elbette. Fakat benim zihnime düşen isyan alevi, zihnime ait ne varsa yağmalayacak bir kudrete sahipti. Mektup Istanbul'dan postalanmıştı. Bir kadına ait olduğunu düşünüyordum. Mektupta böyle bir ibare yoktuysa da narince bir el yazısıyla, dümdüz bir çizgide, müthiş özenilmiş o cümleler, ancak böylesine zarif bir kalbin mürekkebiyle çizilmiş olabilirdi. Birkaç saat açmak istemedim zarfı. Bilinmezliğin heyecanı ve bu heyecanın karşı konulamaz zevki vardı içimde. Sürekli heyecanlanan biri değildim; eriştiğimdeyse kolay kolay harcayamazdım. Fakat birkaç saat sonra zihnimdeki merak yangını ağır bastı. Mektubu okuduğumda istifa mektubumu yazacak bir kağıt aradım odada. Elim ayağım birbirine girmişti. Üstelik o günden sonra parmaklarım, titremekten ve avuç içlerim, terlemekten bir daha hiç kurtulamadı. İstifa mektubumu yazana kadar içimde telaş sönmüştüyse de Istanbul'a gitme isteği hala kızgın bir ateş gibi kaplıyordu göğsümü. Birkaç gün içinde izne ayrıldım. İlk izin sabahımda gara koşup otobüsle Istanbul'a gittim. Pera'ya yakın, bütçeme uygun bir pansiyon tuttum kendime. Palas pandıras hazırladığım ufak bavulu olduğu gibi odada bırakıp Beşiktaş'a, sahil kenarında bir kahvehaneye attım kendimi. Yağmur biraz önce kesilmişti. Kahvehanenin buğulu camlarının kenarında bir masaya oturup düşünmeye başladım. Bir anlık heyecanla aldığım kararların doğruluğunu, yaptıktan sonra düşünürd
Yeşil kazaklı esmer çocuklar, ince montlarını omuzlarına geçirip önlerindeki bozuklukları topladıktan ve armonikalarını arka ceplerine attıktan sonra alt geçidi şakalaşarak terk ettiler. Doğduğum zamandan itibaren, yeryüzünde gerek insan yılına gerekse köpek yılına göre ne kadar uzun zaman geçmiş olursa olsun, müzik aletleri ve yoksulluk, 'Nadir Değişim Gösteren Kavramlar' listemde yer edinmeyi sürdürecektir. Bir insan için olasıdan biraz fazla, bir köpek içinse mucivezi denebilecek kadar uzun yaşadım. Buna rağmen bir televizyon programında ya da herhangi medya platformunda yer almayan bir yaşanmışlığım oldu. Popüler olduğum kitle daha çok ilçe mezarlığındadır. Bunu ise çoğunun cenaze merasimine katılmama boçluyumdur. Türümün son örneği olmak için, diğer tüm köpeklerle yarışta gibiyim. Bundan olacak ki yaşadığım semtte beni gören gençler, 'hala ne bekliyorsun' edasıyla süzüyor çökmüş bedenimi.
Bugüne kadar tarihe çok kez tanıklık ettim ve bir gün mutlaka ifade vereceğim. Yalnızca doğru zamanı kolluyorum. Açık konuşmak gerekirse geleceğim için kuşku duymuyorum. Hayatımın bilmem kaçıncı baharındayım ve kendimi çoğu zaman bir bebek kadar genç hissediyorum. Buna dayanarak gelecek zamanı da değiştirmek istiyorum. Çünkü onun şimdiki halini sevmiyorum. İnsanların, bir kaldırıma tünen bedenimi samimiyetsiz mütevazilikleriyle okşadıktan sonra dezenfekte ihtiyacı duymalarından hoşlanmıyorum. Ben yalnızca bu kirlenmiş sokaklarda yaşamak suçuyla boğuşurken, kirlettikleri sokakların kirinden arınmaya çalışanları samimi bulamıyorum. Fakat hayata tek açıdan bakmak bana özgü bir nitelik değildir. Yaşanan her çağda, yaşayan her ruha, bu hayat hareketini bir yanıyla sevdirecek şeyler daima bulunur. Ben de herkes gibi dünyanın bu kontenjanından zaman zaman yararlanıyorum. Armonikalı çocukları seviyorum. Akordeonlu palyaçoları seviyorum. Alt geçitlerde, insanların fazladan bozukluğundan çok, sanata ayıracakları fazladan zamanlarına göz diken insanları seviyorum. Sokak aralarında, yapay ağaç kenarlarında umutlu şarkılar söyleyen gençleri seviyorum. Geceleri, yattığım kuytudan zamansız ıslık sesleri duymayı seviyorum. Eski fotoğrafları seviyorum. Aydınlık günler için şiir yazanları seviyorum. Kısaca, yaşamanın bir yanıyla güzelliğini fark edenleri seviyorum.
Çocukların ardından ben de alt geçidi terk etme kararı aldım. Umudun olmadığı yerlerde bulunmaktan hazzetmem. Ve sanat, umudun diğer adıdır. Asansör bekleyen kalabalık, yürüyen merdivenleri sakinliğe bırakmıştı. Yıllar önce insanlar, hiçbir elektrikli manyetizma ya da mekanik güç desteğiyle çalışmayan; yeni nesilin kullandığı dille 'manuel' de denebilecek bir yapı yardımıyla yukarıya çıkmayı öğrenmişti. Tabii bu yüz yıllar önceydi. Daha sonra bu işi onların yerine yapabilecek bir mekanizma ürettiler. Ve bacaklarını onlara teslim ettiler. Yürüyen merdiven ismi, bu mekanizma için en uygun tanım olacaktı. Yıllarca kullandılar bunu alt geçitlerde. Biz köpekler 'manuel' merdivenleri kullanmaya devam ettik. Bu, insan ırkı üzerinde sağladığımız bir üstünlüktü. Onlar, önce hantallaşmayı öğrendiler; sonra, artık bizim kadar atik olmadıklarını. Tarih boyunca aramızda böyle savaşlar yaşandı. Doğa, insanları evcilleştirdi ve onlar hıncı doğanın parçası olan bizlerden almayı tercih ettiler. Bize karşı sağladıkları ilk üstünlük buydu. Bizden önce ve sonra daha birçok hayvanı evcilleştirmeyi başarmışlardı. Kendilerinin de doğanın bir parçası olduklarını unutana kadar... Bu unutuş onlara, doğaya hükmetmeye çalışmak gibi bir huy edindirdi. Ve insanın en asil düşmanı hafızası oldu.
Yürüyen merdivenler, beni yer üstüne çıkardı. Derin bir nefes çektim içime. Tezatların şehri İstanbul... Eskiden bu şehir, birbirine karışan esanslar dünyanın en güzel kokusunu oluşturmuş gibi kokardı. Şimdi çürük et ve kimyasal atık kokularının berbat birleşimi var havada. Son dünya savaşının ardından gezegenin neredeyse her yerinde insan yaşamı ritüellerini değiştirdi. Ben gördüm bunu! Kuşlar ya da deniz canlıları değil; ben gördüm! Çünkü insanoğlu, terk etti görünen yüzeyleri bir bir. Evlerini yerin altına inşa ettiler. Dünya, silahların boyundurluğuna girdiğinden beri insan, yeryüzünde, ölümden ve kandan başka hiçbir şey öğrenemedi. Uzaya çıkan insanoğlu, zihniyetini, geldiği mağaralara tekrar hapsetti.
İstanbul, yeni şehirleşme yapılarının en kaliteli temsilcileri arasında bir şehirdi. Yeraltı ulaşımı ve yerleşiminde diğer dünya ülkeleriyle yarışta bir şehir. Yeryüzü, haftasonları dışında neredeyse kullanılmaz oldu insanlık için. Hiçbirinin, kendi nefret manzarasını izlemeye vicdanı el vermediği içindir belki de. Oysa eskiden, sahillerin yalnızca bazı kısımlarında denize girmek tehlikeli ve yasaktı onlar için. Şimdi hiçbir canlı dokunamıyor o sulara. Bunun acısını, göz kapaklarıma eski İstanbul tablolarını çizerken, sahil yolunda yönünü koklayan bir köpeğin onur kavgasını göğsüme gerip de yürüyerek çıkardım, yaşadığım sokağa gelene kadar. Burada, davama ortak olduğundan haberi olmayan bir avuç insanla beraber yaşıyordum zamanında. Gerçek yeryüzü insanlarıyla.
Son savaşta tüm ailesini kaybeden gençler, eski bir kahvehaneye yerleştiler yıllar önce. Bir hareket başlattılar kendilerince. Bir direniş, dünyaya karşı. Eski dünya yaşamını kazanmak için eskiye yöneldiler. Dijital gazetelere karşı rotatif kullandılar, yeraltı yaşamına karşı yeryüzüne tutundular, son teknoloji besinlere karşı ufak seralar kurdular ve mektuplaştılar dünyanın her köşesiyle. Her dilde mektuplar yazıp davet ettiler dünya insanlarını bu onur kavgasına. İstanbul'da başlayan bu hareket, yirmiden fazla dünya şehrinde destek buldu, devam etti. Değişik ırklardan insanlar ziyaret etmeye başladı onları. Eskiye dönük bir yenileşme hareketine önder oldular.
Yıllar önce bir gün, benim de bu sokağa yolum düşmüştü. Sahil yolunda, sahibinin avuçlarındaki tasmayla dolaşan, zengin görünümlü parlak sarı tüyleri ve narin patileriyle benim bu yaşlı bedenimi titreten güzellikte bir dişi; önce aklıma, daha sonra gönlüme düşmüş, buna paralel olarak ben de yükümü sırtlayıp peşine düşmüştüm. Yaşadığı ev, bu sokağın sonundaki alt geçitle bağlanan yeraltı caddelerinin birindeydi. Bu kartlaşmış halimle ona ismini sorma terbiyesizliğinde bulunduğumda, "Katiya." demişti, "İsmim Katiya bayım." Vücumdumdaki kan dolaşımına bir zehir gibi enjekte ettiği güzel görünümüne nazaran, "Ah! Katiya!" demiştim içimden o anda, "Şu an bir sigara yakmıyorsam, bu, hikayemin gerçekçiliğini daha fazla bozmamak içindir! Savaş görmüş bir yaşlı olduğuma bakma Katiya, ruhum, embriyo kadar genç!"
Katiya'nın kokusunu birkaç defa takip ettikten sonra rastlamıştım o sokaktaki gençlere. Kapılarında tir tir titrerken geceleri, çözmeye çalıştım ne yaptıklarını. Diğer tüm insanlar gibi bana aldırış etmediklerini düşünürken, ellerinde bir barakayla yanıma geldiklerinde ise, "Bu, eski insanlık! Hoşgeldin gerçek insanlık!" diye bağırmıştım içimden. O günden sonra yanlarında yaşamaya başladım. Soğuk gecelerde iki sobayla ısınan kahvehaneye almaya başladılar beni, daha sonra. Şarkılar söylediler, dinledim. Şiirler okudular, dinledim. Bazen herkesin yattığı saatlerde "Seviyorum sizi baylar! Siz, yaşamayı biliyorsunuz!" diye yineledim onlara, hiçbiri kalkıp da "Niye havlıyor bu köpek bu saatte?" demedi. Bir akşam, neredeyse benim kadar yaşlıca biri katıldı aramıza. Biraz bozuk bir gramafon getirmişti yanında. Bu, milattan önce kullanılan bir aletti insanlık için. "Plak yok ama..." diyerek, mahzun bir tebessümle takdim etmişti armağanını. Daha sonra, büyük masa etrafında toplanan gençlere dönerek, "Ben, yıllar önce, gençlik çağlarımda bu kahvehaneye gelerek, bir hikaye yarışmasından bahsetmiştim, kahvehanenin sahibine." dedi, "O zamanlar, şu arkanızdaki duvarda büyük bir tablo vardı. Bir İstanbul fotoğrafı. Bin dokuz yüz altmış üç yılına ait bir İstanbul fotoğrafı. Kız kulesinin önünde tekneler, teknelerde balıkçılar ve altlarındaki berrak denizde uzanan büyük balık ağlarıyla bir İstanbul fotoğrafı. Kahvehane sahibi rahmetli Hayati amcaydı. Bu tabloyu gösterip 'Bak,' demişti, 'bu fotoğraf elli dört yıl önce çekildi. Şimdi buna bakarak elli dört yıl sonrasını sen hesap et.' Şimdi siz önünüzdeki bu İstanbul'a bakınca elli dört yıl sonrasını görebiliyor musunuz? Ben o zamanlar da görememiştim." dedi. Masadakilerden biri, "Peki yarışma ne oldu?" dediğinde ise, "Bir köpeğin ağzından yazmayı düşündüm fakat daha bitiremedim." diye ekledi. Herkes, gözlerini yorgun bedenime yığıp kahkahalar savurmaya başladı. Havladım onlara, "Bu hikayeden bir iş çıkmaz!" demek için.
Artık bu sokağa geldiğimde barakamın içine kurularak, yalnızca, onların artıkları olan bu hatıraları koklayabiliyorum ne yazık ki. Çünkü kaybettiler bu kavgayı. Her umutlu insan gibi... Savaştan önce bir Amerikan şirketi, insanın, uzay boşluğunda savrulmayacak kadar güçlü bir varlık olduğunu kanıtlamak için buradan çok uzaklarda bir gezegene insanoğlu çıkartması yapmış, fakat savaş nedeniyle neredeyse hiç duramadam geri getirmişti bu dünya atıklarını. Ne garip, geri geldiklerindeyse savaş bitmişti bile! Bunu onuruna yediremeyen şirket, tekrar deneme girişimlerinde bulundu ve o uzak gezegene daha kısa sürede ulaşım sağlayabilecek araçlar geliştirdi. Artık temelli uzaya yerleşebilen bu dünya atıklarına karşı, kendi gezegenini zaten yağmalamış diğer yaratıklar; atıkların herhangi bir 'Dünya'dan bağımsızlık' isteğine hazırlık olarak uzay savaşı teknolojileri için girişimlerde bulundu. İşte bunun üzerine iyice pes eden dostlarım tüm hazırlıklardan sonra o uzak gezegenin yolunu tuttu. Beyaz adamlar, oraya da barış götürmek istemeden önce, dostlarımın gerçek barışı vardı gezegene. Bana bu koca kahvehane ve içinde barakamla beraber, "Tarih tekerrürden ibarettir." yazılı bir pano bıraktılar sadece.
Yağmurun sesini duyuyorsunuz Profesör. Onu dinleyin. Lütfen. Onu daha iyi duyun. Şanslısınız, top ve mermi sesleri kesildi. Arkamızda bir avuç asker inliyor yalnızca. Onları, çoğu insan duymadı Profesör, bir kere de siz duymayın, ne olur! Yalnızca yağmuru dinleyin. Daha dikkatli. Yer yüzünde yalnızmış gibi hissetmiyor musunuz siz de? Ben öyle hissederim Profesör. Sanki bir tek benim dinlemem için yağdığını düşünür ve dinene kadar onu dinlerim. Siz de hissedebilirsiniz bunu. Nasıl da kalbiniz ritmi değişiyor, değil mi? Siz de rahatlıyor musunuz? Size romantizmden bahsetmiyorum! Fakat insanoğlu, bu yağmurun sesini dinledikçe, tüm felaketleri kendine hapsedebileceğini anlıyor... Biraz arkanızdaki kayaya yaslanın, lütfen. İçinde yattığınız çamura aldanmayın, pis olan bu değil. Bunu siz de biliyorsunuz! Doğa insanın özüdür. Doğadan tiksinmeyin! Toprak, çamur lekesinden utanmayın Profesör... Ben, bir kasabada yaşıyordum, buraya gelmeden önce. Savaşın içindeyken her şeyin geride kaldığını, yeni evinizin burası olduğunu ve buradan sonra bir yaşamın olmadığını düşünürsünüz. Bu yüzden, yaşıyordum, diyorum. Buraya geldikten sonra, toprak işlerinden kafamı kaldırdığımda, düşünülmesi gereken ne çok şeyin olduğunu fark ettim. Ve burada düşünmekten başka şansım olmadı Profesör. Eğer bir daha kafamı kaldırırsam, indirmemin imkansız olacağını düşündüm. Koşarken, ardıma düşen o topların altında ezilen iskeletleri düşündüm. Çıkardıkları son sesleri düşündüm. O acı çığlıkları Profesör... Sizce bir insan, yaşamı boyunca, son sözlerinin bu aptal çığlıklar olmasını düşünmüş ve arzulamış mıdır? Son kez, sevdikleri şarkıyı dinleyerek ölmeyi isteyenler yok muydu aralarında? Son bir kadeh içki... Bir sigara içmek ya da... Bunları, bunca sene okuduğunuz ders kitaplarıyla açıklayabilir misiniz? Bunlar gerçek Profesör! Hissetmek bile anlatmak için yeterli değil. Öyleyse, o ânın kıymetini neden bilmiyoruz? Madem biz insanlar, gerçeğin içindeyken, yaşarken, hissettiklerimizi tam anlamıyla hiçbir zaman açıklayamıyoruz; öyleyse neden geleceğe dair planlar kuruyoruz? Neden randevu defterlerimiz, takvimlerimiz var? Madem ânı yaşamak ve onu sonuna kadar hissetmek gibi tek kullanımlık bir hakkımız var; neden bunu gelecek planları kurarak harcıyoruz? Yarın ne düşüneceği bile belli olmayan yaratıkların saati saatine yapılacakları not ettiği o kalın defterlerin bir saçmalık olduğunu kabul edin, lütfen Profesör! Bu saçmalığın, ölüm korkusundan doğduğunu da biliyorsunuz, eminim. Bu sabah, çatışma sırasında, siperde bir gençle karşılaştım. Hiç korkmadan kafasını kaldırıp ateş ediyor ve bağırarak, "Hepsi yalan!" diyordu. Daha sonra çömelip cephanesini yenilerken yeni bir eve taşınacağından bahsetti. Artık kasabadan sıkıldığını söyledi. Anladınız mı? İşte gelecek planı onlara ölümü böyle unutturuyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi hissettiriyor. Bu kurşun yağmurunun içinde ölümü unutturacak kadar güçlü bir yalandır işte gelecek! Ne korkunç, değil mi? İnsan kendini yenemeyecek kadar aciz bir varlık işte Profesör! Yani kim olursanız olun, yalancı tarafınız hep üstün gelecek! Ancak gözlerinizi kapattığınızda... Bütün gerçekleriniz, bütün korkularınız orada. Karanlığın içinde, gerçeklerinizin yağmuru altında çırılçıplaksınız. Orada kimseden kaçamazsınız Profesör! Yalnızsınız. O sonsuz uzay boşluğu sizin. Kapatın gözlerinizi, lütfen! İnsan gerçek olan her şeyi gözlerini kapattığında görür. O çakan şimşekleri görün. Kurşunlara, kopan kulaklara, kırılan iskeletlere bakın. Karınızın öldürüldüğü anı tekrar izleyin Profesör. Kendinizden ve doğanızın en doğal huyundan, ölümden, korkularınızdan kaçamayacaksınız; uykusuz kalana kadar!
Bir gün yürürken sokakta, öyle birine rastlasam ki vazgeçirse beni rotamdan. Bütün özgürlükleri bir kenara itip kendimi teslim etsem hiç yoktan. İşte o zaman, büsbütün bırakacağım iplerini bazı şeylerin. "Beni kurtar!" diyeceğim ona, "Beni yakamdan tutup silkele! Üstüme bulaşan dünyayı düşür yakamdan!" Sıkıldım çünkü kalabalıklarla savaşmaktan. Kırık bir şeyler içerimizde, onlardan yoruldum.
Tuhaf... Bu çok... Bu çok tuhaf... İçlerindeyken nefes alamasam da kendi başına bir işe yaramaz iskeletim. Yakıp yıksam, ya, bütün şehirleri?
son sigarasını yakıyor. bir kıvılcımla kül olmuş ve o külü dağıtmaya gidiyor. her şeye geç kalmışsa da ölümün saatini biliyor. belki hep oraya giden trenleri kaçırıyor. bu yüzden ölümün saatini bildiğini zannediyor. kaderini bir iple boynuna doluyor. boğazındaki yumruları yutkunmuyor, kan tükürüyor. denizi boş bir iskelede, bir sokak lambasının altında izlediğini varsayıyor. ah! zamanı durduramıyor. demek ki insan istediği yaşantıyı göz kapaklarında yaşamaktan da sıkılıyor. son sigarasını atıyor.
içimde bir okyanus var oraya gideceğim
kimse konuşmasın artık
bu sessizliği tırnaklarımla kazıdım ben
ve şimdi açtığım o yarayı dikeceğim
boğulursunuz-
yorgun ve tutsak o kadeh tutuşunuz sevgilim
bir boynunuz avuçlarımda kalır gibi tutuşunuz
kederden yanan bir ahşabın külüdür aklımda kalır
içim yanar siz
içimdesiniz -tutuşursunuz
/buyaradikilir
dikişalır
bubirdikişizidir
izikalır/
Uykusuz bir insandım ve her türlü hatayı yapma hakkım vardı. Bütün rüyalar, hayaller ve uzay boşluğundaki sonsuz zaman içinde bükülerek birbirine dolanan yüzlerce senaryoya, göz kapaklarını indirmek kadar basit bir işlemle ulaşabilmek varken onların kızıl yansımalarını, kafasını gömdüğü lavaboların üstündeki aynalarda seyreden herkesin, hata yapmaya ve karşılığında herhangi bir bedelden muaf olmaya hakkı vardı. Uyku, insanın, şiddete karşı en ilkel savunma yöntemiydi. Ve dünya; zaman, mekan ve olay üçlemesi üzerine kurulmuş bir tür şiddet gösterisiydi. Zaman, geçerken, attığı her adımda birilerini tekmeliyordu. Tekmeyi yiyenin savrulduğu noktanın şiddeti, tekmenin şiddetiyle doğru orantılıydı. Şiddetin derecesiyse insana bağlı bir değişkendi. Ya geç kalınırdı, ya erken varılırdı. Mekan, şiddetin kendisiydi. Katıksız. Boğardı içindekini. Eşyalarla, duvarlarla, boyalarla, seslerle... Üstüne giderdi içindeki insanın. Göğsüne uyguladığı baskı, nefes darlığı ve alınan her nefesin mide bulantısı için temel atması kadar ağır sonuçlar doğururdu. Olay, insana bağlıydı. En görgüsüz şiddet yöntemiydi. İşkencenin kendisi. Kırk gün aç bırakılmış bir insanın, kraliyet sofrasına oturtulduğunda vereceği tepki gibi, saldırgan bir şiddetti bu. Uygulandığı insanın etini tırnaklarıyla sökebilir, iskeletini parçalara ayırıp sokak köpeklerinin önüne fırlatabilirdi. Bu, doğadaki üç elementin baskılarından sıyrılmak, yaka paça silkelenmek isteyen; güneşin bir başka İngiliz sömürgesine doğru süründüğü saatlerde kaybettiği görüş kabiliyetini, bir başka dünyaya açardı. Uyku, kendi içine açılan gözlerin, inanmak istediği her şeye kavuşabileceği bir yanıltmacaydı. Ve insanın buna ihtiyacı vardı. Yanılmaya... İnanmaya... Bu yüzden günde en az birkaç saat uyumak zorunda olduğu söyleniyordu. Yoksa bütün dengeleri alt üst olabilirdi. Yirmi dört saatten fazla işkenceye maruz kalan beyin, bütün mekanizmayı ve dengeleri alt üst edebilirdi. Ve insan, yanıltmacalardan uzaklaştıkça gerçeklik içinde yaşamaya alışıp inanacağı yalanların varlığını unutursa, göğsüne yüklediği oksijen, içerde, patlamaya hazır bir düzeneğe dönüşür. Oysa uykulu bir dünyada yaşamak, sürekli bir şeylerden umut bekleyen sekiz milyar insan insan demektir. Sekiz milyar uyku içinde gerçekçi olamazsın demektir. Tek gerçek bu. Tek gerçek sigaranın ucundaki külün mutlaka düşeceği. Devrilen bedeninin toprağa döküleceği. Hayatın sınırları içinde, Tanrı'dan saklanmak için fısıldayan sekiz milyarın zihninde aştığı sınır. Camların arkasından seyrettiği dünyaya dahil olduğunu düşünen sekiz milyar zihin. Ne kalabalık ama! Hepsinin kafasında en az bir ses. Ne gürültü ama! Üstelik yalnızca benim kafatasımda hiç susmayan yüzlerce ses varken. Ve sonsuz paranoya... Sonsuz gerilim... Ve o gerilimle titreyen sinirlerin bulanıklaştırdığı görüntüler... İşte uykusuzluk! O titreyen görüntüler ve en az sıtma kadar kuvvetli baş ağrıları arasında insanın, en çok hataya yakın olduğu zamandı. Bense o kadar uykusuzdum ki yeni hatalara ihtiyacım vardı. Daha hiç yapılmamış, yeryüzünde bahsi dahi geçmemiş hatalara.
Geceler boyunca bir odanın içinde kıvranmak, kapatmak için her şeyi denediğin göz kapaklarını boş duvarlara kilitlemek, gecenin bir yerinde terk edip birçok şeyi sokaklara atılmak, aradığının ne olduğundan emin değilken bulamadıklarına küfretmek, bütün hatalarını, omuzladığın bir çuval içinde, ordan oraya, savrulduğun her yere taşımak... Tüm bunlar, bir iskelet için, taşıyamayacağı kadar ağır yüklerdi. Ve dünya üstündeki gerçek uykusuzlar, kendilerini, kamburlarından belli ederdi. O kamburların içinde taşınırdı nefretler, hayaller, aşklar, özlemler ve dünya. Atlas'ın çocukları, biz, uykusuzlar; omzumuzdaki dünyayla adapte olup kendimize katmıştık onu. Ve çok Tanrılar, tüm hava olayları ve mucizeleri bilim dallarına bırakıp dünyayı terk ederken uykularımızı bırakmayı akıl edemediler.
Aradığım ne varsa duman olup boşluğa dönüştüğünde, bir boşluk olup duman gibi havaya karışmaya meylettim. Bir çukur gibi yaşayacaktım. İçime düşenler, orada geberip yok olana kadar benimle yaşayacaklardı.
Dünyanın dibinde bir dünya. Bir yığın insan. Sesler çıkaracaklardı. En tehlikelisi de buydu! Sesler... O kadar mükemmellerdi ki istedikleri her şeye dönüşebilirlerdi. Sorular, felsefeler, yargılar, anlamsızlıklar... Hiçbir şeyden var olup girilen her düşüncenin şeklini almak. Sesler korkunçtu, çünkü her an söze dönüşebilirlerdi. Ve sözler, milyonlarca kalıbıyla, bir kafatasının içindeyken, delirmek kaçınılmazdı. İşte o mükemmel hata, bir çukura dönüşmek için kafatasıma açtığım çukurların içine insanları ve onların seslerini hapsetmekti. Kendimi duyamayacak duruma gelene kadar bağırmaya devam edeceklerdi içimde. Ve bir gün, kendi sesimi unuttuğumda, kafamda çınlayanları umursamayı da unutacaktım. İnsan denen bir hataya dönüşecektim.
bizi umuda gark ettiren sivil na'ra
hazan mevsimiydi
gerdim göğsümü arap yeşili bir dağda
sen seve'n de gö'ynüm yarası açık
ve-dağ'larla kavgam
sana telaşlarla'n öre'm buzul sabah sen sarın kazağa
kafatasımda kurşunla getirdim bir kızıl kavla kanlı sava
de ki efkar bizim biz dağlarla ağladık
ağaca mendil bağladık sen göre'n de çok ağladık
hazan mevsimiydi
yanıldık bizi umuda gark ettiren na'ralarla
-hastane kapılarına ve müşahede odalarına
o boğuk bir yaştır
düşer karanlığıyla
bu bir intihar mektubu değil; yalnız, yüzüme hasarlı bir huy gibi yakıştı ölüm. bir iskelet toz olmaktan başka ne isterdi kırıldıkça? işte! kal diyen her yerden gideceğim ben de. bunu bir, kömürcü bilecek ve bir ben. çünkü okudum bir cümle nasıl akıyorsa alnımdan, öğrenmek için. şimdi, kal diyen her yerden çıkıp gideceğim. şarkısı yarım kalır bir tutku kalacak şakağımda kimi şeyler. sakıncalı birkaç sözcük bırakacağım, bir pankart gibi gerdiğim göğsümden ayrılan. aşk gibi, umut gibi, vicdan ve hürriyet gibi. bir mezarlığın ıslıklarını duymak değil; bir ıslık olmak aralarında. katılacağım!
bu bir intihar mektubu değil; yalnız, derme'çatma bir bankta, bir çağda, bir sızım, bir pogrom gibi üstüme geliyor. migrenli bir hayat, kanserli bir şehir... içinde gizlenmekten yılıyor insan. kaç kere, cephede, okunacak kadar vakit bulur bir mektup? kaç kere eksik kalır yazılanlar? kaç yara saklanabilir bir mektupta?
bu bir intihar mektubu değil; bu bir intihar mektubu olsaydı boş kalırdı. açmak için bütün yaralarını.
burada ölümlerin kategorisi vardır, katiya. belli şiddetleri vardır. ölçü birimi insan, ölçüm aleti vicdandır. çocuk, genç, yetişkin ve yaşlı olarak ayrılırlar önce. bilimsel bir düzen için disiplinel kategori şarttır, bunu bilirsin. daha sonra bu, her üst kategori, dişi ve erkek olarak iki alt grupta incelenir. erkek çocuk, dişi çocuk. bunlar, masum ve terorist olarak ayrılırlar daha sonra. işte bu ayrımın da kendi içinde ölçümü yapılır. birimi insan, aleti çıkardır. ve çıkarlarına uyarsa üzülür, uymazsa lanetlersin. ölümü değil, öleni lanetlersin.
bizim de hikayemiz böyle olacak, katiya. bazı çıkarlar uğruna ölmemiz gerekecek. yoksa televizyonlar bizi, yıl dönümünlerinde anmayacaklar. ve bilirsin, bir yazar vardı. böyle söylenir değil mi? "bizim ülkemizde televizyon, olmasını istediği şeyleri gösterir." gibi bir şey söylüyordu.
bir vicdanın olduğunu düşünüyorsan, buradan kaçmalısın. buradan uzaklaşmalısın. hatta sana "buradan" diyebilecek her yerden kaçmalısın, katiya. gidilebilecek bir 'burası' kalmayana kadar gitmelisin. yoksa varlığına inandığın o şeyi, sana unuturacaklardır. bir hastaneye yatırıp "doktor bey," diyeceklerdir, "bu insan, bazı imkansızlıkların varlığından söz ediyor. böyle olması bizi yeterince üzdü. tekrar aramıza katılması için bir şeyler yapmanızı istiyoruz." bir deli olduğunu kabul edene kadar da seni tedavi etmeye devam edeceklerdir. bu yüzden, kaçmalısın. sana dokunacak bir el kalmayana kadar. bir orman, bir dağ, bir ada... neresi olursa, şehre benzemeyen.
Sürekli bir şeylerden umut bekleyen altı milyar insanın içinde gerçekçi olamazsın. Tek gerçek bu. Tek gerçek sigaranın ucundaki külün mutlaka düşeceği. Devrilen bedeninin toprağa döküleceği. Hayatın sınırları içinde, Tanrı'dan saklanmak için fısıldayan altı milyarın zihninde aştığı sınır. Camların arkasından seyrettiği dünyaya dahil olduğunu düşünen altı milyar zihin. Ne kalabalık ama! Hepsinin kafasında en az bir ses. Ne gürültü ama! Üstelik yalnızca benim kafatasımda hiç susmayan yüzlerce ses varken. Sonsuz paranoya... Sonsuz gerilim... Bu yüzden. Bu gece. Burada. Zihnimi özgür bırakıyorum. Azad ediyorum içindeki bütün sesleri. Büyük bir patlamayla tüm kainata dağılmasını izlemek için. Big Bang nedir göstermek için tüm fizikçilere! Bedenimi bir odaya terk edip dağıtıyorum bütün parçalarımı. Uzay boşluğunda yalnızlığın çırpınışlarını izlemek için. Ve haftalara vuran uykusuzluğun, dinmeyen baş ağrılarının sebebini büyük bir gürültüyle ayırıyorum bedenimden. Göz kapaklarımı kapatabilmek için. Bilerek, benden ayrılan her zerrenin baş dönmesini. Bilerek, başım dönerken dünyanın benden daha sağlıklı bir yer olduğunu.
Her şeye işten ayrılarak başladım. Annemin ölümü birçok şeyi bırakmamın zamanı olduğunu uyaran bir kampana gibiydi. Annemi sevdiğimi söyleyemem. Fakat ölümü, beni, başı sıkışınca arayabilecek kimsesi olmayan bir insana dönüştürdü. Gerçek yalnızlığa ulaşmak için çıkmam gereken tek basamak kalmış gibi. Sokakta suratlarını gördüğüm ve yalnızca belli başlı yerlerde beni tanıyabilecek insanlar dışında kimsenin olmaması basamağı bu.
Yirmi altı yaşındayım. Bugüne kadar her maddeyi kullandım. İnsanları asla. Annem, hayatını bir oğlan çocuğuna sahip olmak için harcadı. Tanrı, benim ruhumu bu vücuda üfleme cezasıyla ödüllendirdi onu. Benden istediği tek şey var olmamdı. Bunun dışında bir arz-talep süreci yaşamadık. Zaten yaşadığım toprakların yazılmamış kanunları da böyledir. Oğlan çocukları doğar ve yalnızca organını kullanmayı öğrenene kadar evde kalır. Daha sonra bu doğal değişimi bir mucize olarak algılar ve onun gösterdiği yolda ilerler. Kadınların tadına bakmayı öğrenir. Uyuşturucunun kanına karışmasını arzular. Sokakların havasını solumayı öğrenir. Asla bir beyaza köle olmaması gerektiğini bilir ve kendi çöplüğünde krallığını yaşatır.
Ben de böyle yaşadım. Hayat, cinsel organımı okşadı ve o büyüdükçe ben de büyüdüğümü anladım. Uyuşturucu çetelerinde sidik yarıştırdım. Beyazlara silah doğrulttum. Kadınlarıyla yattım. Onları cezalandırmak için. Çok sonra bunun sebebinin Tanrı olduğunu düşündüm. Daha fazla günah işledim. Tanrı'yı cezalandırmak için. Kokain kaçırdım. İnsan kaçırdım. Hazine kaçırdım. Bunların çoğu Amerikalıları öfkelendirdi. Kendimi kaçırdım topraklarımdan. Yük gemisinde çalıştım. Aylarca bir kutunun üstünde okyanusu deldim. Limanlarda uyuşturucu aradım. Onlarca ülke, onlarca liman, yüzlerce insan gördüm. Bu süre zarfında babamın kim olduğunu öğrenemedim. Annem bir hayat kadınıydı. Babamı bulma ihtimalim, sperm halimin rahmine düşmesinden daha azdı. İlk biyoloji dersinden sonra vazgeçtim babamdan. Okulun bana bir şey katamayacağını anladım bununla. Okuldan da vazgeçtim.
Geri döndüğümde annemin öldüğünü öğrendim. Evine yerleştim. Bir silah aldım. En az organım kadar etkili bir silah. Normal bir hayat yaşamak istedim. Düzenli bir iş, düzenli bir uyku, düzenli bir kazanç. Bir kadın olsa istedim. Yalnızlığımı bozmasa; ama hep benimle olsa, zihnimin diplerinde bir yerlerde. Gerektiğinde çıkarsam onu oradan. Olur olmadık yerlerde ağlasam varlığına, hüznünü yaşasam. Evet ağlasam. Ağlamak. Normal bir insan gibi yaşadığıma inanmak için yapmam gereken buydu. İnsanları öldürmek yerine onların ölümüne üzülmeyi öğrenmek. Gerçek bir insan olduğuma inanmam için önce gerçek insanlara bir kalbim olduğunu kanıtlamalıydım. Önlerinde hüzünlenmeli, ağlamalıydım.
Hiçbirini beceremedim. Hayatım ve çevresinde gelişen her şey, her şeyi olduğu gibi kabullenmişti. Fakat bu yetmiyordu. Bu yaşamak için bir sebep sayılamazdı. Ben ve benim gibiler kabul etse de altı milyar içindeki çoğunluk böyle bir olguya yaşamak demiyordu. Ve bunun devam etmesine imkan sağlamiyordu. Bu baskılara maruz kalan 'benim gibiler' topluluklar oluşturuyor; kendi krallıklarında, 'bizim krallığımızda' yaşamak için örgütleniyordu. Benimse henüz kendime tahammülüm yokken ne altı milyara, ne de bu topluluklara tahammülüm söz konusu olamazdı. Bu yüzden. Bugün. Burda. En gerçek krallığın. Kafamın sonunu getiriyorum. Bir kurşunla.
Yalnızlık, bir fahişenin terli bedenine yaslanırken kendini güvende hissettiren aşağılık bir duygudur. Gündüzlerin sevimsizliğiyle beslenir. Geceleri, bir kayalıkta dalga sesleri ve ay parlaklığının ruha işlediği samimiyetsiz edebiyatçı duygularından bahsetmiyorum. Daha gerçek bir yalnızlık bu. Kalabalığın baskın olduğu mekanlarda en az birinin nefretini, bir mıktanıs gibi üstüne çekebilen adamların yalnızlığı. Zamanla bu adiliğin, kendi problemi olduğunu benimseyip kendini köşeye çeken adamların...
Yalnızlık, paslanmış bir bedenin ardına saklanırken, geceleri solumanın daha güvenli olduğunu hissettiren aşağılık bir duygudur. Çürümüş köpek etleri içinde yaşamak gibi bir kokusu vardır ve ruhun vazgeçilmez parfümü ayarındadır bu.
Aynaya bakarken suratımdaki yara izlerinden gözlerimin altındaki torbalara kadar sindiğini fark ettiğim şey tam olarak buydu. Kendine, alkol problemi olan insanlar kadar geçimsiz bakan gözlerimde gördüğüm buydu. Artık aldırmaktan yılmış suratıma yansıyan buydu.
Hiçbir şey hissetmediğime inanmak istemediğim için yaptım. İnanmak istemediğim için az önce çarparak çıktığım kapıyı tekrar çaldım. Kapıyı açtığı anda suratını yumruklamaya başladım. Beni anlamadığı, duvar dibine tünemiş kuduz bir köpek kadar rezil bakan gözlerinden belliydi. En ufak bir hareketimde ağlamaya başlayacakmış gibi duruyordu. Yeryüzündeki en az beş milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz insana olan bütün nefretimi, kana bulanmış suratına kusuyordum. Söylenebilecek bir şeyin kalıp kalmadığını kontrol ettikten sonra belimden Smith&Wesson'ı çekip suratına doğrulttum. Bu hareketin farkına varıp yalvarmaya vakit bulamadan bir kurşunu kafasında patlattım. Kendisi için en iyisi buydu. Yalvardığını görecek olsaydım, tabancadaki altı mermiyi de farklı bölgelere sıkmak kaydıyla ölüm ıstırabını tonlarca kat artırmak zorunda kalacaktım. Yere yığılan bedeninin açık gözleri ruhsuz bakıyordu. Midemi bulandıran görüntüyü, olduğu yerde bırakıp tekrar dışarı çıktım. Hiçbir şey olmamıştı. Hiçbir şey hissetmemiştim. Kimse hiçbir şey hissetmemişti. Yıllar önce özel bir operasyonda birlikte çalıştığım bir adam, "En acılı ıstırap hissetmediğini bilmektir." demişti. Bu ıstırabı bile hissetmiyordum. Arabaya binip kontağı çalıştırdığım zaman her şey bitmişti. Sadece gitmek istiyordum. Gitmek istiyordum. Bir yere gitmek istemiyordum. Sadece gitmek. Hiç durmadan gitmek. Geçmişe bakmadan. Dikiz aynasına bile bakmadan gitmek istiyordum. Belki buradan uzaklarda, beni gördüğüne şaşıracak insanların olmadığı kadar uzaklarda; belki bir otel, belki bir bar, belki bir sokak arasında bir yerlere tünemek istiyordum.
Kimsenin suratına bakmak istemiyordum. Göz kapaklarımı bir daha açılmayacak şekilde tasarlaması için Tanrı'yla pazarlığa bile oturabilirdim. Tanrı'nın yalnızlık tahtının yanına, kendi katedralini inşa eden bendim nasılsa. Gecenin en sakin yerlerine nüfuz eden de benim. Orası benim krallığım. Ve bir devlet, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı insanlara karşı ne kadar tedirginse ben de o kadar tedirginim.
Ne zaman bu hali aldığımı bilmiyorum. Bir anda olan bir şey olmadığını bildiğim kadar. Her şey yaşarken oldu. Bir gece uykuya dalıp bir daha uyanmamak gibi değil. Rüyanın en güzel yerinde uykuda olduğunu anlamak gibi. Özel birimde çalışırken birçok ülkede bulundum. Birçok suikastte yer aldım. Birçok operasyon gördüm. İlk öldürdüğümde yirmi altı yaşındaydım. Irak'ta. Rejimi korumak için ayaklanan örgüte sızmıştım. İki yıldır içlerindeydim. Yetkili konsey örgütten bilgi sızdırıldığını fark etmişti. Bunu fark ettiklerini fark edince, sorguya çağırılmadan birime haber verdim. Konseyden birini rehin alıp aralarından çıkacaktım. Rehineyi sadece kaçış aracı olarak kullanacaktım. Emniyette olduğumdan emin olduğum bir yerde üstündeki her şeyi alıp kaçacaktım. Sınıra geri dönecektim. Sonrası birimin işiydi. Irak'ta parsellenen ekibe haber yollayacaklardı. Örgüt üyelerine silahlı baskın yapılacak, baştakiler sorguya alınıp kalanların hepsi öldürülecekti. Sadece sorguyu atlatmam ve bir dahaki toplantıya kadar beklemem gerekiyordu. Sorguda, kimse benden şüpheleniyor gibi değildi. Rahatça her soruya cevap verdim. Kimse de diretmedi. Formalite bir sorgu gibiydi. Belki de blöf yaptıklarını düşünüyordum. Sorguda hiçbir sıkıntı olmadı. Birkaç gün sonra depoda toplanılanacağını söyleyip serbest bıraktılar. O birkaç gün içinde kimseyle iletişime girmedim. Şehir dışında sahte kimlikle bir ev kiralayıp hazırlık yaptım. Toplantı gecesi depoya giden yolda erketeye yattım. Yüksek kuruldan, Nehib ismini kullanan bir adamın yolunu kesecektim. Biraz sonra arabasının içinde üç korumayla geldi. Siper aldığım sokak karanlıktı. Kurşunun nerden gelmiş olduğunu anlasalar da yapacakları her atış rastgele olacaktı. Önce öndeki tekerleğe bir kurşun sıktım. Daha sonra aracın ön camını indirdim. İki tüfeği sokaktaki farklı yerlerde iplerle kurduğum mekanizmaya bağlayıp otomatik ateşe aldım. Arkadan dolanıp adamı rehin alana kadar yetecek şarjörleri vardı. Korumalar ateşin hiç durmadan devam etmesine hiddetlenerek daha çok sıkmaya başlamışlardı. Fakat yoğun ateşten dolayı hiçbiri kafasını kaldıramıyordu. Koşarak sokaktan dolanıp geldiği yere doğru kaçan Nehib'i boynundan tutup karanlığa ittim. Üstünü kontrol ettim. Elindeki silah dışında tehlikeli bir şey yoktu. Alıp belime yerleştirdim. Daha sonra elimdeki Makarov'u şakağına dayayıp sürüklemeye başladım. İki cadde ötede, yine sahte kimlikle kiraladığım arabaya götürdüm. Sıkıca bağlayıp bagaja attım. Kiraladığım eve geldim, son toparlamaları yapıp örgütün kullandığı telsizden, Nehib'i rehin aldığımı ve rahat bırakıldığım takdirde kimseye zarar gelmeden uzaklaşacağımı duyurdum. Bu gereksiz duyuru tamamen yeterince eğlenemediğimden rahatsız olduğum içindi. Her şeyimi alıp arabayı sınıra kadar sürdüm. Sınıra yakın bir yerde Nehib'i indirip çözdüm. Bütün bedenini soyduktan sonra araziye attım. Ayağının sakatlandığı fark ettim. Yerde kıvranırken küfürler ediyordu. Ses tonu hiç hoşuma gitmemişti ve çok fazla kalabalık hissettiriyordu. Geceleri sessizliği bozan her şeyden nefret etmiştim. Çocukluğumdan beri böyleydi bu. Nehib'in iğrenç sesine daha fazla dayanamazdım. Susması için tekmelemeye başladım. Sakin olmak için çalışmaya başlamıştı. O sırada telsizi tekrar açtım. Duyduğum küfürler ve tehditlerden rahatsız olmuştum. Nehib'in bir fotoğrafını çekip yollamak güzel bir güç gösterisi olabilirdi. Fakat istediğim manzarayı yakalayamıyordum. Fotoğrafın daha çekici olması adına kafasına bir kurşun sıktım. İşte şimdi geceden istediğim huzuru yakalamıştım. Artık fotoğrafa daha iyi odaklanabilirdim. Fotoğrafını çektikten sonra Nehib'i ve arabayı olduğu yerde bırakıp birimle buluşacağım bölgeye gittim. Bir araçla beni buradan alacaklardı. İşte orada, ekip gelene kadar beklediğim süre içinde, az önce kafasına sıktığım orospu çocuğunun ruhu beni özel birimden önce bulmuş ve bir daha bırakmamak adına boynuma yapışmış gibiydi. Yıllarca omzumda taşınmış gibi. Zevklerim için yapabileceklerimin sınırını bulmuş gibiydim. Ve sınıra ulaşmanın, sınıra ulaşmaya çalışmak kadar keyfi yoktu.
Bir kere öldürdükten sonra, öldürmekten hiç çekinmemiştim. Öldürdüğüm ilk adamla birlikte ölümün de kafasına sıkmıştım. Yalnızca birkaç yıl tekrar aynı duyguyu yaşayacağımdan korktuğum için tetiği çekmedim. Her ölümde, öldürdüklerimin ruhu omzuma binecek, gittikçe ağırlaşacak gibiydi. Tetiği ikinci kez çekmek zorunda kaldığımdaysa, o kurşunla, omzumdaki ruhu da bir kere daha öldürdüğümü anladım.
Yaşam sürdürmek, benzer yanları olsa da araba sürmek gibi kolay bir şey değildir. Hayat ve araba sürmek. İkisi de saniyeler silsilesinin yönettiği bir savaştır ve sağ kalmak için dakik olmak gerekir. Fakat araba sürerken yapman gereken şeyler vardır; hayatta ise yapmaman gereken şeylere odaklanmazsan duvara toslarsın. Gerektiği zamanda gerektiği yerde olmayı becerebildimse de benim problemim yapmamam gereken her şeyi yapmaktan doğdu. Her şeyin sonunu getiren yanlışlar. Bedenim yanlışlar iskeleti üzerine inşa edilmiş gibi. Her son, altında imzamı taşır. Cehennemin alevinden yaratıldım. Tanrı ve şeytan. Aynı anda ikisiyle de işbirliği yaptım. Kadınlardan çok kaosla seviştim. Çöl kumundan yaratılmış gibi sevdim yalnızlığı. Yapmamam gerek her şeyi tekrar tekrar yaptım. Boş zamanlarımı yanlış yaparak değerlendirdim. Özel birime girmek bunun kanıtıydı. Kim olduğumu göstermenin aracıydı. Yalnızlığın kanıtıydı. Sahte sohbetler, sahte arkadaşlıklar, sahte kimlikler... Sahtelik bir uyuşturucu olsaydı en bağımlısı ben olurdum.
On iki yıl sonra birimde çalışmanın bir hevesi kalmadığını anlayınca ayrıldım. Belçika'ya yerleştim. Yıllarca eroin kaçakçılığı yaptım. Polislere, çetelere, avukatlara, fahişelere... Sıkı bağlarım oldu. İstediğim paraya sahip olduğum yerde bıraktım. Unutulmak için Meksika'ya gittim. Büyük Amerika'nın ayakları altındaki Güney Amerikalıların öfkesini paylaştım. Fikirlerine saygı duymadığım ideolojik toplulukların eylemlerine katıldım. Onlarla beraber taşlandım. Yunanistan'a gittim. Zeus lakaplı bir adamın mitoloji mafyası için silah tüccarlığı yaptım. Henüz aranmaya başlamadan ordan da ayrıldım. Fransa'da sakin bir hayat geçirmek istedim. Sakin bir yerde ev tutup kendi içime çekilmeyi denedim. Sakinliğe karşı verdiğim savaş, yaşadıklarımın en kaotik olanıydı. Kokain işine girmeyi düşündüm. Ortak buldum. Güvenliğin sıkı olduğu yerde, sokakların kokusunu bilen bir adama ihtiyacım olacaktı. On sekiz ay boyunca birlikte iş yaptık. Bana işi büyütmekten bahsettiği zamanlar, ona hak verdiğimi söyledim sürekli. Bunun, kadın tüccarlığı olduğunu öğrendiğim zaman bir adam öldürmeyeli tam altı yıl olduğunu fark ettim. Artık bu acıyı hissedebileceğimi düşünüyordum. Bana ağzı sulana sulana kadın ticaretinin kazandırdığı parayı anlatan adamın üstüne yürüyerek çıktığım eve geri döndüğümde, artık hissedebileceğime inanıyordum. Hissetmek istiyordum. Belimden çıkarttığım Smith&Wesson'ın namlusundaki kurşunun kafasında patlaması hiçbir şeyin değişmediğini gösterince uzaklaştım oradan. Hissedebilmem için yapmam gerekenin, başkasının değil kendi kafama sıkmak olduğunu düşünerek çıktım. Sonsuza kadar çürümek için pisliğime ortak olacak bir çöplük bulmayı düşünerek sürdüm arabayı.
hicran güneşi çöle vurur derler
oysa bizler
kent çocuklarıyız
ve hiç de umutlu gülümsemiyoruz fotoğrafta
hiç yaşanmamış bir fotoğrafta
hayatlarımız dahi yaşanmamışçasına hatta
kent sokaklarında yıldızlar parlamıyor
hiç filmlerdeki gibi de değil üstelik
mızıkaları dahi saklıyor çocuklar
bir tren, karanlığı bölüyor anca
bunu bir melodi sanan trompetçi ise
cama çıkıp eşlik etmeyecek hiç bu şarkıya
ve bizler
yani kent çocukları
hiç de umutlu gülümsemiyorduk o fotoğrafta
yaşanıyormuş gibi de değildik hatta
oysa birimiz ıslık çalmalıydık en azından
birimiz kurtuluşu selamlarken iskelede
trenlerin getirecek bir şeyleri olduğunu bilmeliydi birimiz
hiç değilse birimizden birimiz ufka dalmalıydı boyun eğmek yerine
şimdi siz çekinin bir fotoğraf
kamera ışıklarının altında
ve gülümseyin
aydınlık çağının karanlık sokaklarına
ve gülümseyin
bu kent çocuklarına
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)