Yağmurun sesini duyuyorsunuz Profesör. Onu dinleyin. Lütfen. Onu daha iyi duyun. Şanslısınız, top ve mermi sesleri kesildi. Arkamızda bir avuç asker inliyor yalnızca. Onları, çoğu insan duymadı Profesör, bir kere de siz duymayın, ne olur! Yalnızca yağmuru dinleyin. Daha dikkatli. Yer yüzünde yalnızmış gibi hissetmiyor musunuz siz de? Ben öyle hissederim Profesör. Sanki bir tek benim dinlemem için yağdığını düşünür ve dinene kadar onu dinlerim. Siz de hissedebilirsiniz bunu. Nasıl da kalbiniz ritmi değişiyor, değil mi? Siz de rahatlıyor musunuz? Size romantizmden bahsetmiyorum! Fakat insanoğlu, bu yağmurun sesini dinledikçe, tüm felaketleri kendine hapsedebileceğini anlıyor... Biraz arkanızdaki kayaya yaslanın, lütfen. İçinde yattığınız çamura aldanmayın, pis olan bu değil. Bunu siz de biliyorsunuz! Doğa insanın özüdür. Doğadan tiksinmeyin! Toprak, çamur lekesinden utanmayın Profesör... Ben, bir kasabada yaşıyordum, buraya gelmeden önce. Savaşın içindeyken her şeyin geride kaldığını, yeni evinizin burası olduğunu ve buradan sonra bir yaşamın olmadığını düşünürsünüz. Bu yüzden, yaşıyordum, diyorum. Buraya geldikten sonra, toprak işlerinden kafamı kaldırdığımda, düşünülmesi gereken ne çok şeyin olduğunu fark ettim. Ve burada düşünmekten başka şansım olmadı Profesör. Eğer bir daha kafamı kaldırırsam, indirmemin imkansız olacağını düşündüm. Koşarken, ardıma düşen o topların altında ezilen iskeletleri düşündüm. Çıkardıkları son sesleri düşündüm. O acı çığlıkları Profesör... Sizce bir insan, yaşamı boyunca, son sözlerinin bu aptal çığlıklar olmasını düşünmüş ve arzulamış mıdır? Son kez, sevdikleri şarkıyı dinleyerek ölmeyi isteyenler yok muydu aralarında? Son bir kadeh içki... Bir sigara içmek ya da... Bunları, bunca sene okuduğunuz ders kitaplarıyla açıklayabilir misiniz? Bunlar gerçek Profesör! Hissetmek bile anlatmak için yeterli değil. Öyleyse, o ânın kıymetini neden bilmiyoruz? Madem biz insanlar, gerçeğin içindeyken, yaşarken, hissettiklerimizi tam anlamıyla hiçbir zaman açıklayamıyoruz; öyleyse neden geleceğe dair planlar kuruyoruz? Neden randevu defterlerimiz, takvimlerimiz var? Madem ânı yaşamak ve onu sonuna kadar hissetmek gibi tek kullanımlık bir hakkımız var; neden bunu gelecek planları kurarak harcıyoruz? Yarın ne düşüneceği bile belli olmayan yaratıkların saati saatine yapılacakları not ettiği o kalın defterlerin bir saçmalık olduğunu kabul edin, lütfen Profesör! Bu saçmalığın, ölüm korkusundan doğduğunu da biliyorsunuz, eminim. Bu sabah, çatışma sırasında, siperde bir gençle karşılaştım. Hiç korkmadan kafasını kaldırıp ateş ediyor ve bağırarak, "Hepsi yalan!" diyordu. Daha sonra çömelip cephanesini yenilerken yeni bir eve taşınacağından bahsetti. Artık kasabadan sıkıldığını söyledi. Anladınız mı? İşte gelecek planı onlara ölümü böyle unutturuyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi hissettiriyor. Bu kurşun yağmurunun içinde ölümü unutturacak kadar güçlü bir yalandır işte gelecek! Ne korkunç, değil mi? İnsan kendini yenemeyecek kadar aciz bir varlık işte Profesör! Yani kim olursanız olun, yalancı tarafınız hep üstün gelecek! Ancak gözlerinizi kapattığınızda... Bütün gerçekleriniz, bütün korkularınız orada. Karanlığın içinde, gerçeklerinizin yağmuru altında çırılçıplaksınız. Orada kimseden kaçamazsınız Profesör! Yalnızsınız. O sonsuz uzay boşluğu sizin. Kapatın gözlerinizi, lütfen! İnsan gerçek olan her şeyi gözlerini kapattığında görür. O çakan şimşekleri görün. Kurşunlara, kopan kulaklara, kırılan iskeletlere bakın. Karınızın öldürüldüğü anı tekrar izleyin Profesör. Kendinizden ve doğanızın en doğal huyundan, ölümden, korkularınızdan kaçamayacaksınız; uykusuz kalana kadar!
Bir gün yürürken sokakta, öyle birine rastlasam ki vazgeçirse beni rotamdan. Bütün özgürlükleri bir kenara itip kendimi teslim etsem hiç yoktan. İşte o zaman, büsbütün bırakacağım iplerini bazı şeylerin. "Beni kurtar!" diyeceğim ona, "Beni yakamdan tutup silkele! Üstüme bulaşan dünyayı düşür yakamdan!" Sıkıldım çünkü kalabalıklarla savaşmaktan. Kırık bir şeyler içerimizde, onlardan yoruldum.
Tuhaf... Bu çok... Bu çok tuhaf... İçlerindeyken nefes alamasam da kendi başına bir işe yaramaz iskeletim. Yakıp yıksam, ya, bütün şehirleri?
son sigarasını yakıyor. bir kıvılcımla kül olmuş ve o külü dağıtmaya gidiyor. her şeye geç kalmışsa da ölümün saatini biliyor. belki hep oraya giden trenleri kaçırıyor. bu yüzden ölümün saatini bildiğini zannediyor. kaderini bir iple boynuna doluyor. boğazındaki yumruları yutkunmuyor, kan tükürüyor. denizi boş bir iskelede, bir sokak lambasının altında izlediğini varsayıyor. ah! zamanı durduramıyor. demek ki insan istediği yaşantıyı göz kapaklarında yaşamaktan da sıkılıyor. son sigarasını atıyor.
içimde bir okyanus var oraya gideceğim
kimse konuşmasın artık
bu sessizliği tırnaklarımla kazıdım ben
ve şimdi açtığım o yarayı dikeceğim
boğulursunuz-
yorgun ve tutsak o kadeh tutuşunuz sevgilim
bir boynunuz avuçlarımda kalır gibi tutuşunuz
kederden yanan bir ahşabın külüdür aklımda kalır
içim yanar siz
içimdesiniz -tutuşursunuz
/buyaradikilir
dikişalır
bubirdikişizidir
izikalır/