Bizler, hayatın, her sokağın nereye çıktığını öğrettiği çocuklardık. Yani biraz fazla meyilli dalgın ıslıklara. Akşam uykularından uzak kalınmış sokak aralarında, evine geç giden adamların hüznüyle kazınmış satırların birikimini gövdesinde saklayan çocuklardık. Yani hep elleri kanlı, devlet derslerinde. "Gökyüzüne bakmanın anlamını en iyi ben bilirim!" diyebildiğim zamanlardan geçiyorduk, fabrika ağrıları babamın ellerinde harlanıyordu. Tutunmak için gökyüzüne uzanmak gerekliymiş gibi, "hürriyet" diyerek geçiyorduk kalabalık caddeleri. Bana kuşların özgürlüğünden bahsedenler asılıyorlardı bir bir. Zor zamanlardan geçtiğimiz söyleniyordu; ben kalbimi bıraktığım limanlara, onu bulmak için geri dönmeye çabalıyordum. Beklemekle yoğruluyordu ruhum, bekleyerek yoruluyordum.
Daha sonra hayatın karanlık odalarıyla kesişti yolum. Sanki hiç bilmediğim bir limana, hiç atmadığım adımlarla giriyordum. Burkulmuş fikirlerim oluyordu, paslı seslerini yankılıyordum açık denizlere. Muhakkak ruhumun bir yerlerinde çatlamış bir şeylerin olduğunu düşünüyordum. Bir şeyler, hiç bilmediğim sürgünlerle sızıyordu o çatlaklardan. "Yırtık," diyordu bir tekneci bana huysuz geceler limanında, "yırtıldı ruhun!" Ona, zamanın nasıl da yavaş geçtiğinden bahsediyordum.
Sonra hiç durmadan akan bir nehre sarılmanın aslında kelimeleri bi' böyle tüketemeyeceğini zannettiğim zamanlar yırtıldı. Sanki susmak oldu ruhumun çatlaklarına sürülen tercih. Elleri hala ekmek kokan işçileri grev meydanlarında bırakıp kuytu limanlara kaçıyordum. İçime bağırdıkça çatılan kaşlarımı saklayamamışlığımdan tüten duman göğe ulaşsaydı "Özgürlük memlekette!" diye haber salacaktım fabrikalara. İçimdeki kavgayı da bırakıyordum giderken, grev meydanlarında. Çünkü o eski zaman bir anda başlamıştı çürümeye. Zamanı yakalarken kaybolanlar, dönüp bakmamışlardı bile geriye.
Çok sonra teknelere karalanan her şeyi iç cebime koyup girdim o limana, sanki bir şeylerin son defasını gövdeme kazımak için girdim. Her şeyin üstünü örtmek için bir palto yeterliymiş gibi, öyle gizli saklı...
Pek sonra bir kaptan, "Yırtıldı ruhun!" dediğinde sustuğum şeyin kendim olmadığını anladım. Başkasının adımlarıyla girdim sanki o limana. Sürgün trenlerinde aradığım o şeyin aslında kendi kalbim olmadığını anladım. Kırılan bir şeyin tamiri olmadığını, yerini dolduran bir başka şey olduğunda anladım. Yani bir kaptanı, son seferinde ben yalnız bırakmadım.
göğsümün açılı pankartlarıyla bu şehir benim
izbeleri benim, kazıdım oraya dişlerimi sıktığım tarihi
gerçek diyorlar şimdi o sokaklara
gerçek benim
gerçek benim öfkeyle tükenmek bilmeyen kalemim
bak deniz genzimde
gözlerim kızarıp kızarıp meydanlara
kuşkulu kahkahalarla dalıyor uzuncadır
ve o beyninde dönüp duran kurşun benim
beynimde yutkunan uğultu senin sesin
haydut gibi öfkeli şimdi deli kanım
burası doğu
sigaram dudaklarımda kir
burası ölüm
beni asın
beni asın kent meydanlarında, burası meçhul
sözüm kısa, içim zehir
hüküm kaygısıyla kıyısı yok şu garip ellerimin
sakalları paslı ağbim, radyoları açık çünkü
devleti dinliyorlar ağbimler
boynunda urgan
gözünde dava
devletin istediği nedir ki devlet benim
gecenin iktidarındadır kurşun gibi fikrim
sokağın ipiyle kuyularda
ölüm gibi kuyularda benim sesim
bitmek bilmeyen bu bütün cümleler benim
tüm yarım kalmışlıklar benim
"Bir kez daha deneyeceğim senin için Nazım. Ama eğer yine yazamazsam söylüyorum: Bu son sefer."
Şimdi ne kadar fiyakalı cümleler de yazsam sayfaları dolduramıyorum. Bu memlekette, yalnızca, her şeyin hevesini kaçırmak için yaşayan insanlar var sanırım. Kafatasamın içine nedamet tohumları ekiyorlar, elimi ayağımı çekiyorum uzuncadır. Bu şehirde, bu büyük caddelerden kaçıp kurtulmak isteyen kim varsa, beni bulmasından korkuyorum. Yalnızlığımı bir kasketin altına gizleyip sinsi yağmurlarla silinen duvar yazıları kadar olmak istiyorum bu şehirde. Kimsenin kulak asmadığı haykırışlar, sancılar olmak istiyorum. Bir tek sabaha karşı, ayazdan camları buğulanan meyhanelerde göstereyim istiyorum kendimi. Şarkılarını susturdukları meyhanelerde, yırtılan ruhuma eşlik eden türküleri ben söyleyeyim istiyorum. "Ya Tanrı her şeyi görüyorsa?" Belki bu yüzden ona da inanmıyorum artık. Tanrının dahi beni tanıyamayacağı bir hale gelmek istiyorum. Bir vapurda iki çay kadar dostluğum olsun istiyorum en fazla. Bir tek beni tanımayanlara hikayelerimi anlatmaktan çekinmiyorum zira.
Bir yerden sonra bu işin böyle ilerleyemez olduğundan bahsediyor dünya. İki yakamdan tutup şehrin içine atıyor beni. "Burası dünya," diyor, "burada insan ana rahminde de politiktir, toprak altında da." Dünyaya hak veriyorum. Ama sonra getirip zamanı takıyor koluma. Zaman ne garip bir işkence oluyor. İnsanın eli kolu alarga, kaşı gözü serseri, ruhu özgür olacakken o sahillere dahi saat kuleleri dikiyorlar. Geç kalınmış bir şeylere hep yetişmeye çalışıyor sonra kalabalıklar. Göğsüm kafa tutmakla meşhur; fakat sürükleniyorum aralarında.
Terk ettiklerimi düşünüyorum, etrafımda zaman yokken. Kızımı, karımı, annemi düşünüyorum. En son ne zaman onları bırakıp gittiğimi düşünüyorum. Uzuncadır herhalde, diyorum, ne önemi var? Radyolarını açıp ölüm haberlerini dört gözle bekleyen delikanlıları düşünüyorum. Yumrukları hep göğe kalkmak için alesta, gözleri titrek artık ölümlerden. Gazetelere bakarken tedirgin, denize doğrulurken cesur. İstasyonlara birkaç cümlelik öfkelerimi bırakıyorum. İlk treni kaçırmanın adiliğiyle kalaylıyorum bilet gişelerini.
Sonra bu kalabalıklarda kaybettiklerini unutanlara inat kendimi bulmak için kayboluyorum. Her şeyin peşine düşüyorum, zamandan uzak. Modern alışkanlıklara bakınıyorum, sabah lokantalarına, kimsesiz kütüphanelere dalıyorum kendimi bulmak için. Kırık sesler dönüp duruyor kafamın içinde. Beni kimse bulmasın diye yakamı kaldırıp bekliyorum yağmurları. "Kafamın dibine kadar düştüm Nazım, yazacak hiçbir şey bulamıyorum." diyorum, tekneleri neden karaladığımı soran kaptana. Filhakika kütleler ciğerlerimin üzerine oturuyor. Ne âlâ. Rakı masalarında yalnız bırakmıyorlar beni. Beni, ben olduğum için kabullenen bir onlar kaldı madem, sızılarımdan sızan dumanları da bir onlar bilecektir demek ki.