Mehtaaba ağız kıvrımından türküler düşürür bir kent, pörsümüş mektup zarflarından hatıralar saplanır kalbe manzarasından, hasret kaldığın zamana dengelenir caddeleri İstanbul'un. Ne şehir ki hem memleket hem gurbet insanoğluna. Kimine sevda, kimine firar. Tek soluğuna dahi bedel biçmek namümkün Şehr-i İstanbul'un. Kimine hakaret, kimine payitaht. Ama sokağında kıvrılan ateş, caddesine düşen yağmura uyum sağlar bu kentte. Sakallarına geçmiş zaman eki dokunmuş insanların kartonu yatak, parkası battaniyeyken İstanbul acıya ortak; Gülhane akşamlarına serilirken aynı ruhta iki beden, İstanbul sevdaya tutsak. Eyüp'ten okunan sabah ezanları yaşadığını hatırlatır sana; Zincirlikuyu'sunda zihnindeki mevte zerafetli makber döşer. Bir zalim çöker de dayarsa sırtını Eyüp'ün duvarlarına sabaha karşı, o ezan sesiyle vicdanına dokunan parçalar bu şehri, şehirden fazla kılar. Kuytusunda gam, keder, sefalet belki ama bu şehrin kalbine inmek de huzura sebep nihayetinde.
Bu şehir en çok devrik cümlelere yakışıyor. Eski tablolara, tavan aralarında hatıralara, kuytularında yasaklanmış istikbalin küfrüne yakışıyor. Bu şehrin derinlerinde ecdad yatıyor, aşikarında asalet. Kabuk tutan yaraya merhem oluyor bazen. Bazen zamanın o paslı çakılarıyla giriyor aklın izbelerine. Yani bu şehir tezat taşırken güzel, harmanlarken yanlışla doğruyu caddelerinde. Yumruk ısırtan sabahlarında, sabahçı kahvelerinde bir kuru kitaba gömülüp salah etmek için var bu şehir. Ve herkesin var elbet dehlizlerine hapsettiği bir kavgası İstanbul'la...
İstanbul'u hangi yanından anlatmaya kalksan diğer taraf yarım. Bu şehri seveceksen birliğiyle seveceksin. Gündüzün başka kıtalara seyrini gecenin kör karanlığı takip ederken gökyüzünde bıraktığı ince çizgiyi seveceksin. Kız kulesi'ni, Galata'sıyla seveceksin. Akşama doğru Eminönü-Üsküdar vapurundan bakarken İstanbul'a, "Harbiden de kavuşamamışlar!" diyeceksen seveceksin. Cemal Süreya'nın 'Laleli'den dünyaya açılan tramvayı'nın camına başını yasladığın zaman ne kadar çok şey düşeneceksen o kadar seveceksin bu şehri. Fatih'in 'Şahi' toplarını incelemek mühendislere özgüdür; sen bu topların içine, gücüne bahşolmuş maneviyatı incelediğin kadar seveceksin İstanbul'u. Yıkılsa da içinden hatıralarını silemediğin harabeleriyle seveceksin. O Beyazıt sokaklarını karış karış aklına kazıtan sevdayı düşlediğin kadar seveceksin. Gülhane'ye düşen lale kokularında kimi aradıysan öyle arayacaksın içinde İstanbul'u, öyle seveceksin. Emek kadar mağdur, ekmek kadar madun mahallelerin yaşam kavgasına yumruk sıkarken seveceksin. Kaldırımlara kan döken öfkelerle sevceksin. Maddiyatın verdiği yetkiye dayanarak sınıfsal ayrımın üstlerinde bulunan insanoğlunun tatminine kin tutarak seveceksin İstanbul'u. Yıldırım Bayezid'in ne kadar çabalasa da ulaşamadığı, Sultan Mehmed'in, kavuşmak için canı pahasına kılıç kuşandığı bir sevda bu şehir. Toprağı, bir imparatorluk şahidi. Kıyılarına döküp kendini, sırdaş olmak için var İstanbul.
Çıldıracak bir gün o öfkeden deliye dönmemek için direnen boğazlarından, kurtulacağız pustan. Mustafa Kemal'in 'bütün vatandaşların yerinde kalbi olan şehri' nasıl tükürdüyse boğazından düşmanı her defasında, yine tükürecek. Biz o vakit çıkıp Pierre Loti tepesine, "Ah İstanbuI! Beni büyüIeyen isimIerden en çok büyüIeyeni yine sensin." diyeceğiz Pierre Loti gibi. Haliç İskelesi'nde yutkunacağız.
İstanbul'u anlatmak namümkün. Ancak ne hissettiğini anlatmayı denemek uygun gelir insanoğluna... Bu yüzden bir efsaneye kitlenmiş güzelliğiyle anlamak lazım İstanbul'u. Bu efsaneye göre Byzas, devlet kurmak için yola çıkmadan önce bir bilgeye danıştı, "Sence nereye ülke kurmalıyım?" diyerek. Bilge, "Körler Ülkesi'nin karşısına." diyince tatmin olmadı Byzas. Keşif için yola çıktığında İstanbul'u görünce hak verdi bilgeye. Böyle bir zenginliği es geçip karşısına ülke kuran adamı düşünerek, "Bu güzelliği farketmemek için ancak kör olmak gerekir!" dedi. İstanbul'a karşı hissedebileceği her şeyi bu efsaneye sığdırabilir işte insan. "İstanbuI oIağanüstü durumunu HaIiç, Marmara Denizi ve Boğaz’a borçIudur." diyen Andrea Horn gibi...
Bu şehrin nabzına tutunmak, kelepçelenmektir bir nevi her soluğuna. Konstantinos Kavafis'in, "Yeni bir üIke buIamazsın, başka bir deniz buIamazsın… Bu şehir arkandan geIecektir.” demesini o zaman daha iyi anlayacak olmaktır İstanbul'a gönül vermek.Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun, "İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir" satırlarını yazarken baktığı pencereden bakacaksan seveceksin İstabulu. Ceyda Görk, "Hani hüznünde yıkardın yüzünü/ Her şafak söktüğünde/ Sabah ezanlarının?/ O ezanlarda hâlâ senin duaların…" dediğinde iç çekenlerin ciğerlerine düşen katran kadar sert duygularla bakacaksın İstanbul'a. Bu Şehr-i İstanbul kadar karışık duygularla...
İstanbul'u ben böyle sevdim, bana yoldaş olmayanlar kahretti şu güzelim diyarı. Nedim'in, "Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır/Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır." beytine imrenerek sevdim bu şehri. Yeditepe üstünde zaman bir gergef işlerken, ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Bu, uğruna ne kifayetler, ne sıfatlar bürünmüş şehrin toprağına dünyevi düşüncelerle basanlar kahretti İstanbul'u. Alışılagelmişin dışında olan her şeyi alışılagelmiş portrelere sığdırdılar zamanla. Bir sabah uyandı insanlar ve isyana mahal veren sebepler değişti birer birer. 1971 kışından bahseden kahve ahalisi, bayram sabahını 35 ekran Telefunkenlere bakarak karşıladı. Ufak semtlerin viran mesken mudavimleri caddelere kül doktüler, sokaklarını asfalt üzeri egsoz kokusuyla harmanladılar.
Bense bir akşam, ruhu yorulmuş İstanbul'a gülen dişlerimi beton zeminlerde kırıp ağaçlık kuytulara çektim bedenimi. Taşra ağzı bir türkü tüttü kulaklarımda, öfkemi sol cebime saklayıp; hüznü, yorgun ağırlığıyla gövdeme denk tutarken sabaha karşı merkez camiinden okunan selada ismim geçecek mi şüphesiyle sırtımı tel örgülere dayadım. İstanbul'la yaşamak adına tüm ihtimaller bir kez daha tükenip gitti aniden... Bunun için öfkelenerek sevdim bu kenti.
Herkesin bir şeyi olmuş bu şehri yıpratmadan, yormadan seveceksek yaşamak bize minnet eyleyecek. Bu şehrin coğrafi konumu, insanlarının medeni duruşu, borsası, teknolojik gelişimi kalemle uğraşanların işidir. Ben gönlümün ayak seslerine kulak vermeye yeltenirim. Bu yüzden bu şehre en sadık olduğum yerlerinden, terkedilmiş tren istasyonlarındaki maneviyatından yaklaşıyorum. Onlar İstanbul'da yaşıyor; ben İstanbul'a yaşıyorum.
bak, af çıkacak diyor gaste
kimin fazladan puştluğu varsa hücrelerde kalacak diyor
çağlayan'da devrim olacak
göğsüme bir bayrak dikip koşmak istiyorum
bir devrimin gözaltından sana düşene kadar koşmak istediğimi diyor gaste
solgun bir çocuk kahkahasıyla kurşun gibi
bir ayaklanmayla asgari derecede firarî
varabildiğim her yere yalınayak koşacağım diyorum gasteye
-son biramın üzerine uğur böceği konduğu zaman yanımda, az önce peçete aldığım suriyeli bir çocuk ağlıyordu-
bir çift yeminden ibaret hayatımdı
gördüm
yırtılıyordum en saklı yerlerimden, sabahsızdım
bu asırlık geceleri gökyüzüne sapladığı zaman tanrı
bir burkulan yangındı
anımsadım avuçlarımda
boş bir meydandı belki kalbi, yırtılan her şeyin
şahlanan grevlerle yumruk
asılan suratlarla küstah
beni sarsak topluluklar içinde aramasan diyorum
artık aramasan kalabalıkla uğuldayan meydanlarda
bir kalbim var artık çünkü, bir yırtılan ruhum
belki arasıra açar pencerelerimi
birkaç mektup beklerim senden en fazla
dahası zulüm
-son biramın üzerine uğur böceği konduğu zaman yanımda, az önce peçete aldığım suriyeli bir çocuk ayakkabılarını bağlıyordu-
sonra vapurlardan yarım yamalak
sadece birbirinin gözüne bakabilenlerin duyabildiği
bir el veda türküsü söylendi
uğuldayacak birazdan ayrılık
buğulanacak birazdan ayrılık
-camlarını silin o sürgün trenlerinin
kursağımda boğumlanacak çünkü birazdan ayrılık
bir el veda türküsüyle söylenecek birazdan ayrılık
ruhumu as!
ruhumu as!
ruhum bir müebbet hücresinde zamansız öksürüklerle meşru
ruhumu as gece vardiyasında fabrikanın
ruhum, benim ellerimde alçalan kan kadar kuşkulu
bayağıdır gece ve gündüzü
aynı ufukta eşitleyemeyen kelimeler kullanıyorum
yani biraz fazla meyilli tezatlara
söylediği sözleri silemiyor kimse
kağıtta durduğu gibi durmuyor ki yani bu meret nazım!
sanırım bir şiiri daha yarım bırakacağım
bu asırlık geceleri gökyüzüne sapladığı zaman tanrı
kendi içimde üç kişiyle
kendi içimde sizli-bizli
bir hücrede gizli saklı