Kusruma bakma
Ben bir taşkınlığın eşiğinde seni kendi cümlelerimle sevmeye kalkıştım
Ama hak ver!
Hak ver ki umutlarımızı çiğnediklerinde
Birbirimize sığınmaktan başka çare bulamadık biz
Karlı geceleri vaktinde durduramadık
Gazete eklerini kapatamadık darbe sabahlarında
O akşamüstlerinin dalgın haliyle radyoları susturamadık
Kusruma bakma sen benim!
Seni şu laciverd kentten soyutlamakla kirlettim zamanı
Ama kurşun kadar ağırdık o zamanlar ikimiz de
Nizami düşünceler gerekiyordu bize kendimizi taşıyabilmek için
Hem sen de bilirsin ki;
Vapurlar son seferlerine çıktığında
Uğuldamalarını kaldıramam ben
Bir çift avuç içine dünya kurarsam
Modern yaşamaktan öte özür bulamam
Bir adam artık şehre inerse yakası kirlidir
Gıyabında yutkunmak da benim kusrum olsun
Sen aldırma bana!
Avunmadan yıldız toplayamayacağız gökyüzünden, aldırma
Aldırma sen
Biz şehre inersek mevzuat düşer
Aşk düşer
Tenine dokunursam inkılâp düşer
Kesişimi devrim olan bir aşka da biz düşeriz nihayetinde
Sakalım uzayacak olursa pas tutar, sevmezsin
Acıyı omuzlayamayız, yırtılırsın sokak ortalarından
Beni düşünmezsin de sen şimdi, aklın türlü kalplerin iltihabındadır
Yazmayı az buz berecebilirim ama
Hisse vacibim, icazedim birkaç kağıt parçasındadır
"Daha çok bekleyecek miyiz?"
"Çıkartırlar birazdan."
"Bekleyeceksek sigara yakacağım."
"Yakma, çıkar birazdan. Evrak imzalatırlar."
Kardeşimi karakollardan toplamaktan sıkılmıyordum hiç; ama şu koridorlarda beklemek içimi sıkıyordu. Hastanelerden daha beter bir atmosferi vardi buranın. Etraftaki insanların ifadesizliği içinde ciddiyetle kesişen soluk duvar boyalarına sırtımı dayadım. İçimdeki huysuzluk saçlarıma bulanıyor, kafamı duvara dayadıkça hissiz bir ıstırap çektiriyordu bana. Sabah erken kalkmam gereken gecelerde, yatakta sağa sola kıvranmakla eş değer bir ıstırap. Ayaklarımla ritim tutmayı bile beceremiyordum doğru düzgün. "Aksıyor, lanet olsun!" diyordum, dişlerimi sıkarak. Üzerimdeki mavi bluzun göğüs kısmına beyaz lekeler bulaşmıştı, beni rahatsız ediyor, temizleyemiyordum. İzin gününden bir gün önce, mesainin son saatlerini yaşayan ifadesiyle bir polis memuru yanaştı,
"Birlikte misiniz?"
"Evet" dedi Haldun, çantamı kucağıma alıp yanına oturdum.
"Nişanlım kendisi." dedim; değildi. Düzensiz olarak birlikte oluyorduk sadece. Kendisine ciddi duygular beslemediğimi biliyor, bana aynı şekilde karşılık verdiğini düşünüyordum. Aramızda kararsız bir bağ vardı yalnızca.
Polis memuru bana dönerek, "Ablası mısınız arkadaşın?" dedi. Kardeşim olduğunu belli eden bir onaylama eyleminde bulundum. Elindeki dosyaları karıştırıp, "Bahri Elmas. Fatih'te bir kavgada bulunmuş. 'Çalıştığım dükkana iki adam girip kasayı patlatmak istedi, dükkanı erken açacaktım. Dükkana yaklaştığım sırada fark ettim. Polisi aradım. Geç olacağı için de yandaki inşaattan bir sopa alıp içeri daldım' demiş."
"Doğrudur," dedim, "Fatih'te bir plakçıda çalışıyor Bahri."
"Vallahi hanımefendi, ekipler erken varmış olmasaydı canına bile kıyarlardı garibanın. Şanslıymış, bir-iki morlukla yırtmış. Geçmiş olsun."
"Sağ olun memur bey, ne zaman çıkar Bahri?"
"Birazdan bırakırlar hanımefendi, siz bir yere ayrılmayın."
Polis yanımızdan ayrılınca tekrar ayağa kalktım. Beklerken boğulacak gibiydim artık. Haldun'a dönüp, "Şimdiye kadar bir sigara içebilirdim." dedim, "Lanet olsun!"
Haldun sakince beton zemini seyrediyordu. İki elini dizlerinin ortasında kavuşturmuş, bir şeyler sayıklıyordu. Bu halini görünce bir utanç içine gömüldüm. Onu da bu bokluk içinde sürüklemenin zoruma gittiğini o an fark ettim, "Haldun, sen yorgunsundur, git istersen. Ben hallederim." dedim. Suratını kaldırmadan, "Olmaz," dedi, "Sıkıntı yok, beklerim. Bu saatte eve gidemezsiniz, saat çok erken."
Biraz sonra Bahri'yi getirdiler, gözü ve elmacık kemiğinde hatrı sayılır morluklar vardı. Mecalsiz bir halde Haldun'un yanına oturdu. Hiçbirimizin içinden konuşma isteği gelmiyordu belli ki. Cenaze evinin birindeymiş gibiydik. Birkaç dakika sonra da gerekli belgeleri imzalayıp karakoldan ayrıldık. Henüz çıkmadan sigaramı hazırlamıştım elimde. Kapıdan adımımı atar atmaz saçlarımı geriye doğru atıp yanan çakmağı sigaranın ucuna dokundurdum. Bahri tiksinç bir bakış atıp, "Sigara var mı?" dedi. Bir tane de ona uzattım. Pantolonunun arka cebinden bir kibrit çıkarıp yaktı. "Ne yapacaksın?" dedim. Sol kaşını havaya kaldırıp, "N'apayım?" dedi. Bir travmanın durgunluğunu yaşatıyordu gözlerinde. Genel haliydi bu. Sürekli, suç işleme potansiyeli olan bir tavrı vardı Bahri'nin. Haldun, "Bu böyle olmaz." derken arabasının kapılarını açtı, "Bir çorbacıya falan geçelim, bu saatte eve gitmeyin." Mecburmuş gibi onayladık ikimiz de, bindik arabaya. Kapalı Çarşı'nın aşağısında bir çorbacıya girdik. Haldun çorbaları söyledikten sonra, "Anlatmayacak mısın Bahri" dedi, "yine ne oldu?"
"Anlatılacak bir şey yok Haldun Ağbi," dedi Bahri, Haldun'un 'yine' demesine sinirlenmiş gibi, "Dükkana girmişti itler. Bu polislerin erken geldiği nerede görülmüş? Dayanamadım daldım ben de içeri."
"Bahri," dedim, "sıkılmadın mı sürekli şu bok çukuruna düşmekten?" Gayet sakin bir üslupla konuşmama rağmen sert çıkıştı,
"Babamı felç eden ben değil miydim abla? Benden adam olmayacağını söyleyen de sen değil miydin? Benim bu bok çukurunda yaşamaya mahkum olduğumu söyleyen de sen değil miydin? Ne diye bana böyle şeyler soruyorsun sen şimdi?"
"Sürekli arkanı toplamaktan bıktım Bahri!"
"Toplama abla! Arkamı toplama abla! Sana ben mi diyorum her bokun altından çık diye. Gelme lan gelme! Ben mi çağırıyorum seni?"
"Ablanın hakkını yiyorsun Bahri." diye araya girdi Haldun. Bahri daha da sinirlendi,
"Sen hiç karışma Haldun Ağbi! Ablamın hakkını seninle tartışmam ben! Sen değil misin lan ablamı keyfine göre sevip keyfine göre terkeden?"
Haldun olayın büyümesini istemediğinden cevap vermedi. Bir felaketin ortasında gibiydik hepimiz. Üstüme bulaşan bir çamurun izini silemiyor gibi. Bir soykırımın her anını izliyor, kendi ölümümüzü bekliyormuşuz gibi. Ne bu hikayeyi sürdürmek istiyor, ne de bitirmek için bir çaba sarf ediyormuşuz gibi.
-Elimdeki kalemi kısa süreli bir öfkeyle parkeye fırlatınca Bahri oturduğu yerden kalkıp, "Yine beceremedin." dedi ve elindeki tabancayı masanın üzerine bıraktı, "Sıra bende."-
Ahali, Cuma çıkışlarında, köyün ufakça cami avlusunda pilav-ayran dağıtarak ibadeti kapatırdı. Erhan ve ben, hele ki yazın ortalarındaysak, Cuma'ya kadar bahçelerde debelenir, vakit girdiğinde çıkışı gözetlemek üzere Arap Aga'nın kahvede gazoz içme mesaisine başlardık. Büyük nimetti o gazozlar, o yaşlarda. Limonlu Kınık sodalarından da büyük! Cemaat avluya iner, biz pilav sırasına dalardık. Yavaş yavaş yedikten sonra, Erhan'ın annesinin çalıştığı eve düşer, Nebahat Abla'dan harçlık koparma yolları arardık. Erhanlar, köyün çıkışında bir evde yaşıyorlardı. Bir sürü kadının o zamanlar ne diye aynı evde kaldığını idrak edecek kadar fesat düşünceler beslemiyordum ben. Benim düşüncelerim daha çok, elime geçecek olsa yüz liralık bir banknotla bakkaldaki her şeyi satın almak gibi güzeldi. Annem, Erhanlara gitmemem gerektiğini sıkça tembihlerdi, bundan dolayı annemden habersiz gider, Nebahat'ın verdiği harçlıkları aynı gün bitirmeye çalışırdım; bitiremezsem de evin girişindeki tuğlaların arasına sıkıştırıverirdim bütün mülkiyeti.
O sıralar bizim evlerde, sobalı odalarda meskenlenen radyolardan Ferdi çalınırdı. Kadınlar, ellerinde tencerelerle aynı eve girer, iğrenç bir uğultuyla eğlenmeye kalkışırlardı. Bizim eve gelindiğinde o pek samimi, yapış yapış öpücüklerden kaçmak için hasta taklidi yapar, odanın kapısını aralayıp gizlice -eğer ki gelmişse- Feride'yi izlerdim.
Ah ulan Feride! Kahpe Feride! Henüz 9 yaşında bir kahpenin sevdasına düşüverdim aga. Hep o Ferdi şarkılarından üstüme sinen boynu büküklüğüme sığınarak sevdalandığım Feride! 23 yaşında, omzuyla belinin tam ortasına kadar inen o sarı, kıvırcık saçlarıyla, yeşil gözleriyle bizim eve girer, misafir odasına, kalbimi durduran bayram kokusunu bırakırdı. Ah ulan kahpe Feride! Annem hasta olduğumu söylediği zaman odama girer, beni öptükten sonra halimi hatrımı sorardı. Avuçları alnıma değdiği zaman orda kalsın diye dua ederdim ben de. Ulan Feride! Madem evlenecektin, bana niye umut verdin o zaman! Ne diye ayağıma kadar gelip elini alnıma koydun Feride! Üstelik, bana bu kadar acı çektirmesi yetmiyormuş gibi; düğün gününde, gelinliğinin arkasından tutturarak damada teslim ettirdi kendini. Başta karşı çıkmış olsam da dayanamadım orospunun cilvelerine!
Düğününden sonra, belki beni görünce kararı değişir de kaçarız diye aldığım beyaz gömleğin boynundaki kravatı genişletip Erhan'ı çağırdım. "Gel ahretlim" dedim, "Gel şu kahpe dünyanın gözünü sikelim bu akşam!" Düğün mekanından çıkıp ikişer soda çektik kendimize. Köy girişindeki ilkokulun bahçesine oturup sodaları taşa vurarak açtık.
"Feride'ye bak sen Erhan" dedim, "Nasıl da yoksaydı beni paralı adama!"
"Sana layık mı ki o kardeşim! Bırak kendisi utansın. Senin şu kalbindeki sevdayı paraya değişmedi mi? Kendi utansın lan!"
Feride'nin şerefine diktiğim ilk sodanın ardından ikinci sodayı da kendi şerefime açıp eve döndüm. Ertesi gün Çeltik'e, dayımgillere gidecek ve yengemin yaptığı karaböğürt reçeliyle avunacaktım.
Bir hafta boyunca Kocadayım beni ava çıkardı. Birlikte baraja, gece balığına gittik. Bildiği masalları anlattı. Camiye götürdü. Cuma çıkışlarında pilav dağıtılmama hüznünü yaşattı. Feride'nin acısını aklımdan silmeye çalıştı. Feride'nin acısını dindirip eve döndüğüm akşam Feride'yi, kocasıyla birlikte gördüm, hiç bir şey hissetmiyordum. Allah'ından bulsundu!
Sabah, yarım yamalak bir kahvaltı yapıp Erhanların eve fırladım. Kapıyı çokça çaldım ama açan olmadı. Büyükçe bir dargınlıkla eve döndüm; soda bile almadan. Açıp Ferdi dinlemeye başladım. Annem, Gülfiye Teyzelere gitmişti. Acı çekmek için müsait bir köşe bulup gömüldüm. Gün geçmiyor, ben ağır sıkılmalarımla kalıyordum. Zar zor akşamüstünü görüp tekrar Erhanlara vardım bir koşu. Hâlâ kapıyı açmıyorlardı. Tekrar aynı dargınlıkla eve dönüp erkenden yattım.
Ertesi sabah tekrar aynı heyecanla Erhanlara koştum. Kapıyı çaldım. Nebahat açtı, içerdeki suskunluğa anlam veremeden Erhan'ın annesini buldum. Yatıyordu, başına siyah bir tülbent bağlamış dudak ve kaşlarından, ince bir acı çekiyordu. Tam odaya girecektim ki Nebahat omzumdan tuttu. "Gel böyle canım" dedi, koltuğa oturduk. "Erhan nerede Nebahat Abla?" dedim. Nebahat, başını yere eğdi. "Erhan'ın astımı vardı canım, biliyorsun değil mi?" dedi. "Evet" dedim, "Söz koşturmayacağım onu Nebahat Abla. Zaten hiç izin vermiyorum da koşmasına. Bak geçen gün 'Arap'ın gündöndülere dalalım' dedi, ona bile karşı çıktım. Annesi izin vermiyor mu? Vallahi koşmayacağız Abla. Söz." Nebahat'ın gözünden birkaç damla yaş, pantolonuma döküldü. Sesi titrek bir şekilde "Erhan gitti canım." dedi, "Bir daha dönmeyecek."
Erhan'ı nereye yolladıklarını merak ediyordum ama sormaya gücüm yetmiyordu. Hastalığının tedavisi için İstanbul'a yollamışlardır diye düşündüm kendi kendime. "Erhan'ın iyileşmesi içinse n'apalım Nebahat Abla" dedim ona, "Ben zaten büyüyünce gider Erhan'ı bulurum ki."
Tekrar aynı dargınlıkla evin yolunu tuttum. Anneme sarılıp ağlamak istiyordum. Ben bazen ağlamak isterim böyle biraz. Eve gidene kadar kesin bir yargıya vardım sonunda; acı duymak ruhun fiyakasıydı agacım. İsmet Bey Amca haklı. Annemi bulup dizine kapandım direkt. "Erhan gitmiş anne" dedim, "Ama büyüyünce ben tekrar bulurum onu. Zaten Şerif Amca, Erhan'la bana 'Siz çok büyük adam olacaksınız' derdi. Erhan kesin büyük adam olup gazetelere falan çıkar, ordan bulurum ben Erhan'ı."
"Bulamazsın oğlum" dedi annem, nereye gittiğini bilir gibi kendinden emin bir sesle, "Erhan'ı bir daha kimse bulamaz."
"Ben bulurum anne" dedim, "Biz Ferdi açsak mı?"
Bizleri mavra kadar, limanlar korkutuyor
Gidip de dönmemekleri korkutuyor
Dönüp de görmemekleri
Dostun sorgu odalarında çürümekleri korkutuyor, azar azar çürümekleri
Karlı bir gece vakti uyandıramamak onu, korkutuyor
Ya da kumsal kentin kadınları kadar dolgun satırlarda aranmaklar
Bir tabela altında çekilmiş fotoğraflarımız, onlar da pörsümeklerde şimdi
Altı çizili satırlarda yaşanmışlıklar var; bizim köyün toprakları gibi üstelik
Korkularım var, gayrimeşru
Yazmıyor kutsal kitaplarda
36 metrekarede kapalı sızılar çekmekler var
Kesilip kesilip duvara döşenmiş gazete küpürleri
Kitap evlerinde sığınmacılar, bodrum katlarda yakılan kitaplar var
Haberler var üstelik; habis
Çare yok, radyoları kapatsam
İdam sehpasında ağbimgiller var
Gazete binalarına baskın yapılan sabahlar var
Oysa bir devrimi suçüstü yakalayamazlar
Bir sevdayı kurşunlayamazlar
Kudurtucudur
Onlar, kuduramazlar.
Bir romanın ucuz satırlarında netameli kurgular aramakla meşgulüm. Tirenler kaldırıyor makinistler. Bir istasyon çiziyorum okuduğum sayfalara. Aynı sözcükleri çok defa kullanıyorum.
Özgürlük isteyen milislerle dolduruyorlar tirenleri. Korkmuyorlar; fakat bir sızı ki göğüs kafeslerinden cumhuriyete doğru. Ağrıyan taraflarına bağımsızlık sürüyor hükümet. "Hem fena mı?" diyorum bazen, "Memlekete istikrar geldi, viski düştü." Ama yağma var, sosyalizm yok, beni duymuyorlar. Sol yumruğumu sıkıyorum, kaldırmadan "Liberal siyaset!" diyorlar. Oysa hatırlıyorsun; benim yumruğum dünyaya kafa tutmakla aynı denklem içinde bilinmiyor.
Bir tiren. Bavullarla yetinmeyecek gibi cephane taşıyor gövdesinde. Üstelik artık duman tütmüyor; hükümet, edebiyatımı eski zamana kurgulatıyor böylelikle. İnfaz ediyorum bir yeni çağı. Kısa bir film çekmek istiyorum, kısa film değil. İmkan sunmuyorlar.
O halde aynı kitabın yapraklarını koparıp bir istasyonu gövdesinden 1971'e bölüyorum. Bir sevda kurgulayayım diyorum, bu defa Abdulhamid'e denk geliyorum. "Tiyatrolarımı siyah beyaz oynatsam ağır cezadan kurtulur muyum?" diyorum, daktiloma vasıfsız harfler diziyorlar. Hiçbir türlü kafamı toplayıp ne zamanda olduğumu çözemeden takvime
sıkışıyorum.
"Cumhuriyet Dönemi'nde yaşasaydım" diye bir satır çiziyorum daha sonra, "Ece Ayhan'la aynı hamamda yatardım." Galata karalıyorum. Rakı ve Katran. "Haliç'ten yürümez artık Ece Ağbi" diyesim geliyor, "Haddin değil!" diyorlar.
1517'de bir Alman Kilisesi yazıyorum bu defa. Martin Luther, 95 maddelik bir bildiri yayınlıyor o sırada. Büyük bir haykırışla omzuna yaslanıyorum. Kilise infazıma gülümsüyor. "Peder" diyorum, "Beni kendimden afaroz ediniz." Gülümsüyorlar. Bir kez daha tutunamıyorum.
Fransız Devrimi anlatıyorum sonra yerden bir sayfa alıp. Osmanlı'nın dağılmasından sorumlu tutuyorlar. "Oysa Ermeni vatandaşlar bizi hatırlayacaktır gelecekte" diyorum; "Yanılıyorsun." diyorlar.
Çarlık Rusya'yı üstüme yıkıyorlar. Sovyetlerden beklediğim medet umuda zift döküyor.
Mekke'den geçerken Hira Dağ'ında bir peygamberden bahsediyorlar. Aramak için halka iniyorum. Rabbena'daki ateşten geçerken "karz-ı hasen" diyor bir dilenci. Cevap vermeye kalmadan Ebu Leheb'in elinden bir gürzle sürünüyorum Arap çöllerinde.
Bir sevdaya tutuluyorum, "Hayat uzun Süreya!" diyorum bu defa. Gönlüm büyüyor. Üzerimize gazeteler örtüyorlar. Seyduna'yla Şahrud oluyoruz.
Çok patolojik yaklaşıyorum zamana. Elbet bir hainlik var ki tekerrür ederken yağmalanıyorum her defa. Geleceğe gidiyorum bu kez. Başka bir sayfa daha kullanmıyorum artık.
"Hiss-i kable'l vuku."