"Dios no te preguntará que modelo de auto usabas; te preguntará a cuánta gente llevaste"
elinde bir usturayla tüm suratı cerh edip su çarptı.
öfke mahzenlerinde kaçınılmaz bir eylemdir bu.
ağır.
eksik porselen kuponları, mika karyola, bozuk radyolar ve sinek vızıltısı; 18metrekarenin içine bordo perdelerden sızamayan güneş buz olup kansız yapar adamı.
oturdu.
kafatasının içinde sinek doğurdu.
dizlerini düğümledi.
bozuk radyolardan çıkan dalgalar kulağa ulaşana kadar sayısız silüete bürünüp linçe mahal yarattı.
beyaz futbol stüdyosunda muhabettin içine düşmek gibi.
geceyi sabaha bağlayan bileklerinde siyah boya lekeleri.
düğümlerle girdap olup günü tersine çevirmek adına bütün bir oda siyaha boyandı.
hep bir ağızdan tavana bakıldı.
18metrekarenin içinde sahilikten hariç 2eşgal yaratılmış gibi.
köşebaşında iki köpek vuruldu.
kafatasında cinayetler aklandı.
kafatasından bir çift gözçukuru var olup radyoya ulaşana kadar ses dalgası oldu.
caddede bir köpek daha öldü.
adam yargılandı.
1.eşgalin ayak bilekleri çizildi.
kapı gıcırdatıldı.
pasif bir eylem son raddede kaosa döndü.
gri.
bodrum katta bir köpek doğdu.
adam aklandı.
2.eşgalin kaburgaları çizildi.
rüzgar kımıldandı. yangın harlandı.
1.eşgal bölündü.
ses boğumlandı.
2.eşgal düşündü.
adam kendi mahkemesinde, sahip olduklarıyla yargılandı.
mahşer günü provası tamamlandı.
1.eşgal boğumlandı.
2.eşgal soyutlandı.
ses konuştu.
tanrı o gün hangi model araba kullandığını değil; onunla kaç kişi taşıdığını sordu.
cehennemde son köpek. öldü.
kadın girdap oldu. arası bozulmuştur çünkü, düzelir mi bilmem. bilmem bir çingene solan çiçeklerine böyle derin bakar mı. suratındaki sahilik, dalgalanmış bir bayrak kadar kutsal. sol bileğinden öteye gidemeyen kan, damarı boğup yumruk sıktırınca, kaş çatınca kalkan vapurdan halka, şimdi gitmek vaktidir. çünkü gitmek, bütün umutları çöp konteynırlarında bırakıp firar etmek demektir. umut etmek için takati kalmamıştır, kalmak için umudu.
amansızca yokuşlar tırmanır, elleri cebinde yıldız sayardı, şehre ara sokaklarından karışır, kafatasında kainata kördüğümler atardı. onu ben ne kadar buldum desem yok olur. girilmez karanlığına pişmanlıklarından. pusular kurulmuştur hücrelerinde. insan varlığından medet beklenemez olmuştur. ve pasif bir eylem başlatınca susmalar ruhunun kirişlerinde, şimdi gitmek vaktidir. kalmak umut etmektir çünkü.
bilinmez bir denklem, girilmez bir kuytu, içilmez bir şarap olmuştur. asılsız rivayetler kadar sıska etkiler doğurmuştur hatıra. kadın kainatın kabuklarını bileklerinden söküp hiç olmuştur adeta.
kasvet, teşebbüs ve tüfenk. grisi devrilmiş gökyüzünün altına uzanmış rivayetin sırrı mazın duvar boyalarına ince bir rüzgar gibi çizilmiş. geceyi bağrına saklayıp bakan ufuklarda dalgın, dehlizinde kaygı bir şehir. kavlayan kanın gövdesinden doğmuşum buraya bir akşam. artık eskimiş duvar saatlerine bakmadığı bir akşam kimsenin. bileklerinde bir kırgınlık ki; bıçak yarası kadar cesur, galip ve başıdik.
boğazımda bir şeylerin gecikmişlik tortusu. ağzımın bir kıvrımından mazi tükürmüşüm caddeye, kan düşünmüşüm. şarkılar yazılmış, okunan şiirlerin dilinde hep bir kuruluk, umutlar yakılmış, bahçeler boyunca çingeneler dile gelmiş, amansız bir kül doğup sabaha kadar harman etmiş karanfilden ormanları, sahile manzaralar birikmiş, banklar çivilenmiş uçlarına uçurumların. ağzı kuru bir isyan, mahali dilime bin çekiç kuvvetinde giz. kepenk indirilmiş caddelere gece vakti süzgün ışıklarla girip bir düşüncenin karanlığına yetemeden kayboluyorum istisnasızca. zihnimin yarıklarında saklı geçmiş, ilk öpüşlerim, kalp atışlarımda gayrinizami haykırışlar. parmak uçlarımda hayli zamandır bir kadin ismi; çürük teknelere, harabelere, manzaralara, kuytulara kazıdığım.
sahteliğini tükettiğim samimiyetten ırak, kapalı gülüşlerden istifade bir semte, bir akşam vakti doğup kaybolduğumdan beri gerçeğin arafında, mahşerin ortasında ismini haykırırken sesimi yitirmişliğimi hangi defter kabul edecek? bu hasret bitecek diyorum. bitecek bu hasret. sabaha karşı bir vakitte, bakarsın güneş katliamıma sebebiyet verirken yahut bir ustura bileklerime kan boşaltırken adını anmaktan kaygı duymayacağım. lakin böyle hasretlik kaldıkça zamanı da yitiriyorum. bana yardım etmeni değil, beni uçuruma bırakmanı istiyorum.
KULE, İRTİFA KAYBEDİYORUM!
bir gece bütün yeryüzüne aynı niyet empoze edilmiş gibi yorgunluk mazeretiyle yattık yataklarımıza, sen istanbul'un bir köşesindesin, ben çanakkale'nin bir kuytusunda. daha sonra garip zaman dilimlerinde kayboluyoruz aniden; oysa dünya mahalinde ayık durumdaysan zaman tereddüt ederek akar. fakat biz öyle bir zaman diliminden bahsetmiyoruz. oturduğun koltuktan duvar saatinin yelkovanını akrebini birbirine karıştırıp çift görmek, saatin kaç olduğunu çözememek gibi bir şey bu. köpekler olağanüstü bir kurul toplantısı sonucu birleşip belli olmayan nedenlerle aynı anda -sarhoş olup şişli sokaklarına içini döken ihanete uğramış insanlar gibi- havlamaya başladıktan yarım saat sonrasına kadar zaman tereddütle aktı; daha sonra göreceli bir şekilde durdu. ben o karanlık ve sonsuz zaman dilimden akşamüstüne ulaştım, hiç bilmediğim bir tepeden, hiç bilmediğim bir tasarımın içinde, bilindik fakat hafızaya tam yatkın gelmeyen bir manzaraya bakarken emin olduğum tek sey çayın bayat, seninse hala kalbimde çarpıntı yapacak şekilde güzel olmandı. bundan elli yıl sonra, bugüne dönmüşüz havası hakimdi atmosfere. nereden başladığını bilmediğim bu hikayede başrole ruh kattığımda -ki belki başka bir zaman diliminde, başka bir alemin başka bir manzarasında bunlar yaşanıyorken, bu dünyadaki mesaimin bitmesi üzerine o alemdeki bedenimde ek mesai yapıyordum- aynı manzaraya bakarken farklı şeyler görüyormuşuz gibi şaşkındık. ben uzun bir yazıya son noktayı koymuş gibi arkama yaslandım, sense kendi manzaranda bir şeyler arar gibi, ufak yazıları zar zor okur gibi gözünü kısmış bakıyordun karşına. sana dokunmak adına tum ihtimaller, kendini bir kibritin kavında tutuşturmuş gibi uzaktı bana, gozlerine bakmak istedim. bazen öyle olur çünkü; insan yanacağını bile bile defalarca atlar aynı yangına. olsun. o yangında çok defa kul oldum, delinecek yeri kalmamış bir kalp, delinecek yeri kalmadığı için cesurdu bu kez; delinmekten korkmadığı için değil. "senin bu varlığın" dedim bir anda, kuracağım cumlede isteklice fakat zaman hususunda isteksizce. "senin bu varlığın, bu duruşun, şu eşrefin namlusuna sürülmüş bir mermi kadar nizami bakışların, hala bana vurgun" bir şey söylemeden, ilahi bir güçle yan yana geliyoruz, sen şu cığlık gibi beline uzanan saçlarını omzuma yaslıyorsun. saçlarında beyazlar var. saçlarında altmış altı yaşına gidip dönerken, gençlik saçlarını gelecek zaman diliminin gardrobunda unutarak, alel acele geçmiş zamana çıkmışlığın beyazları var. saçlarına bakınca göğüs kafesimden parlayan yıldızlar kayıyor yeryüzüne bir bir. " ne bu hal" diyorum, "sana ne yaptılar?"
"uğraştım, çok uğraştım, çok boya sürdüm, sosyal medyadan takip ediyorsan çok uğraştığımı bilirsin, o yüzden böyle oldu"
"hala aynı kokuyorlar, canımdan can gitti bu halde görünce"
"üzülme, alıştım ben artık"
saçlarına uzanmak isterken şehrin kızıllığından geçip ufka mesken kuran gün ışığını iki parmağımız arasında tutup batıdan doğuya birkaç saat mesafesinde hareket ettiriyoruz. hayalgücünden mahrum başka bir tasarımın içine dalıyoruz. hadımkoy sanayi sitesi sokaklarından hallice bir yolun kenarından göğee dogru uzatılacakken "na'pıyoz biz usta?" diye düşünerek, yolun yarısında kapı koyup inşaatı eve çeviren işçilerin -ki bunlar kesinlikle ilk düşünen insanlar olmalı- emeği sonucu olan bir merdivenin, üstten dördüncü basamağında oturuyoruz. hiçbir şey konuşmak istemiyorum, çünkü insan en küymetli zamanlarını en tatmin edici şekilde geçirmek istiyorsa susması gerekiyor. ancak sustuğu zaman değerini anlıyor insan bu yalanın. paketteki son sigarayi içmek gibi bir şey bu meret de açıkçası. çok geçmeden basamakların sonunda, kaybettiği bir ingiliz anahtarını arıyormuş gibi telaşlı, bıyıklı, kırmızı tulumlu ve hayatımdan ister istemez geçmiş birkaç kişinin, bir bedende özdeşleştirilmiş hali bir ototamir ustası beliriyor; aynı zamanda ankara'dan istanbul'a kadar ingiliz anahtarı aramış kadar da yorgun. ben bu zaman dilimden pek bir şey anlamadan kendimi tekrar sonsuz karanlığa bırakıp, bir kuyudan aşağı düşmek istiyorum. yarı yolda bir el tutup beni kollarımdan, alışılagelmiş bir istanbul caddesine atıyor. yanında yüzlerce araba trafiği kitlerken, senin sessizliğinde boğulup, bakışlarınla kulağımı tıkadığımdan hiçbir sesi işitmiyorum. evet, kesinlikle ben yaptığımdan, kulaklarımı ben tıkadığımdan. sen bu oyunda benim şekillendirdiğim kadarsın, ben istediğim için her saniye aklımdasın, ben sevdalandığım için kalbimi delik deşik ettin. ben bunları düşünürken, düşüncelerimden kırılmış gibi uzaklaştın benden. kaybettim seni. telaşla seni ararken zamanı da kaybettim. batan güneşi doğuya çekip karşıma aldım seni. sarhoşken, kaybettiğim evin anahtarını bir anda bulmuş gibi heyecanla koştum sana. bu sıralarda seni gördüğüm her saniyenin sancısını anlatmayı es geçtim, bunların yalnızca bana özgü olmasının yanısıra; bu bir hikaye metni, duygusal içerikli bir yazı yahut şiir değil. fakat başka bir zaman konuyu bu taraftan da ele alabilirim, bugün değil, bu yazıda değil. bu yazıda seni karşımda bulduğum zaman sana doğru koştuğumu anlatıyorum. heyecanla koşup ellerinden tutmak istiyorum. gülünç bir ifadeyle bakıp, "ne bu heyecan?" diye soruyorsun. gayet düz, hiçbir edebi yanı olmayan cümlelerle. "sen" diyorum, "sensizken, kimleri sen sanıp nasıl heyecanlandığımı ne bilirsin ki! bırak da sen olduğundan eminken içimden geldiği gibi koşayım!"
sonra birden, bütün zaman dilimleri aynı karara varıp, "bu alemde de mesaisi bitti, yollayın boşluklarda kaybolsun bir müddet" diyerek karanlığın ortasına bırakıyor beni. daha sonra sen uyanıyorsun, ben hikayeyi terkediyorum. bunun benim rüyam olduğunu kabul etmiyorum. ve bunu kimse bana ispatlayacak kudrete sahip değil. sen uyandığın için bitti bu hikaye. zira bana kalsaydı o zaman dilimlerinden birinde kalıp, sonsuza kadar ek mesai yapmayı yeğleyecektim; bu yüzden dahi olsa bu benim rüyam değildi. bense senin gitmen üzerine kaldığım boşlukta, arkadaşı ölen çocuklar kadar ağır sıkıldığımdan kurtuluyorum bu karanlıktan. hiç bilmediğim bir koridorda tanıdık simalar beliriyor gözümün önünde, hiçbir şey henüz tam değil ve tek emin olduğum konu çayın bayat gelmiş değil, benimle birlikteyken bayatlamış olması. gözlerimi diktiğim duvarla arama giren bir ses "günaydın" diyor, "rüyamda onu gördüm, sana telefon açıyordu. uyuduğun için ben açıyordum telefonu." ne lan bu, saka mi?
"hass ick dir!" diyorum sadece. işte benim rüyam da bu olmalı. sanırım zaman dilimleri yaşlanıyor, zamanla yanlış senaryolarda kayboluyoruz. "saat kaç?" diyorum, "çay var mı?"
"BUGÜN HAYATIMIN EN GÜZEL GÜNÜYDÜ HAKKI"
dünyanın olağan seyrine, en derin saygımı sunarak, gözümün içine içine giren güneşi katletmek isteğiyle uyandım. güneş, bazılarına zafere denk vaadler verirken bazılarına da zehir zıkkım oluyor böyle. geceyi tutup sessiz bir avluda mesken etmek istiyor gibi bir hale bürünüşümün sayamayacağı kadar unuttuğumuncu günündeyim. her tarafım eksik. en az üç kişilik bir yalnızlığın avuçlarındayım. kahvaltı niyetine dün akşamdan kalma yarım ekmeğin içine beyaz peynir-domates koyup yedim. kahvaltı etmek istediğimden değil, aç karnına sigara içmemek için duzenlediğim bir eylem bu. ekmeği bitirir bitirmez pakete uzandım. gözkararı baktığımca altı-yedi sigara vardı içinde, elimdeki hariç. yakıp derin bir nefes çektim sigaradan. ve gün başladı. ufak çay bardaklarından birine demli bir çay koyup telefon rehberime baktım. gereksiz, belki, çok küçük bir ihtimal lazım olur diye bırakılan numaraları saymazsam üç kişi vardı. ablam, annem ve hakkı. belli bir yaştan sonra, hal hatır sormak dışında annelerle yapılabilecek tek konuşma duygusal içerikli diyaloglardır. esgeç. ablam evlenip çoluğa çocuğa karışalı yıllar olmuş. sağ olsun enişte bey incelikli adamdır, bir dediğini iki etmez ne ablamın ne yeğenlerin. çoluğa çocuğa karışmış bir ablayı her zaman arayıp bir yerlere kahve içmeye davet edemezsin. hakkı bu saatte sağlık ocağındadır. sekiz aydır bu saatlerde orada hademelik yapar. çok kez beni de aldırmak istedi yanına. yalvardı yakardı kaç hafta. ben ki hastane koridorlarına hususi ve özel, bir o kadar da saygı çerçevesinde nefret kusan adam, olacak iş degildi. işsiz olmayı yeğleyip gömüldüm 1+1kiralığıma. başım sıkıştıkça iki-üc gün bir işe girer hallederim. pederin vefadından kalan mirası bankaya yatırıp her ay maaş niyetine belli bir miktar çeker, ihtiyacım olduğu kadar harcarım. kimi zaman da annemin eline bakmak zor gelse de, otururum dizine, anlatırım sıkıntımı. tabii bu kadar rahatlık, aylaklık adamı belli bir yaşa kadar idare ediyor. böyle aylak adama kim kız verir lafını yediğin zaman ağırına gitmeye başlıyor tabii bir yandan. ama fıtratta bu varmış, ne yapayım. hangi işe elimi atsam bir bokluk başımda tünüyor. uzun zamandır varı yoğu tekne almaya adayıp, her şeyi bırakmayı düşünüyorum. sadece düşünüyorum. bu tür şeylerde icraat kolay olmuyor. bu yaşımda devlet memurlarının emeklilik hayalleriyle benim hayallerim arasında bir fark bulamıyorum. yirmi-otuz yıl çalışmış da hayattan yorulmuş gibiyim.
elimde avcumda olanlara güvenerek bir kadına aşık olmaya karar verdim iki yıl önce. müjgan. bu aylaklık da o zaman dokunmaya başladı bana. evlenme kararı aldıgım zaman çevremdeki herkesin sevinmesini bekliyordum. çevremdeki herkes altı-üstü birkaç kişiydi zaten. fakat herkes bu kararı yüzüme kararsızca bakarak karşıladı. işsiz gücsüz adama kim kız verirdi sahiden. olsundu, bir yoluna bakardık. olmadı bulurdum bir iş evlendikten sonra. olmadı. zaten hayata vurgun yapmak da öyle kolay olmuyordu. önce müjgan'ı ailesi vermedi, daha sonra müjgan benden umudunu kesip bir yıl sonra başkasıyla evlendi. üstelik dügün davetiyesinin üzerine incelikle adımı yazıp evime postayla yollayarak. o kapı da postacıya açıldıktan sonra bir ay boyunca hiç açılmadı. bir ay sonra, dügün günü, dolabımdaki en güzel takımı -ki ablamın düğününde aldığım, tek takımımdı- üstüme geçirip çıktım evden. hakkı'yı da alıp selami ağbinin tornacıya geçtik, mazın bir rakı sofrası kurup ağlandık bütün gece. bir daha kalbimin üstü hep çizik kaldı böyle. o günden sonra hiçbir yanım da tamamlanmadı. daha sonralarda bir kere gördüm müjgan'i.kocasıyla, haftada en az bir kere uğradığımız çay bahçesine gelmişlerdi. bir daha da göremedim. görmek istediğimi de zannetmedim hiç. yine aynı aylak tavırla devam ettim hayatıma 1+1kiralığımda.
telefon rehberimin eski acılarıma dem vurduğunu farkedince telefonu kapatıp masanın üzerine bıraktım. televizyonun karşısina geçip ne göstediğine bakmadan değiştirdim kanalları. bu saatlerde televizyonlar ev kadınlarına çalışır zaten. bana ters düşüyor bu yayın akışları. bir kanalda lama belgeseline takılıp yarım saat boş gözlerle baktım televizyona. ben ki dört duvar arasında tıkılıp kalamayan adamım zaten, cüzdan-anahtar-telefon üçlüsünü cebime atıp çıktım dışarı. kerim ağbinin kuruyemişçiden bir paket sigara aldım. meydandaki çaybahçesine oturup fincanda çay söyledim. yarısında soğudu, bıraktım. oradan caddeye kayıp tanıdık suratlar görme umuduyla tam yedi tur dolandım caddede. nafile. çay bahçesine geri döndüm. çınarın altına geçip bu defa küçük bardakta bir çay istedim. hepsini içtim. sokağa döndüm. salih memurun kahvehaneye oturdum. eski polis memurudur salih ağbi. emekli olunca devraldı burayım memur adama emekli olunca oturmak zor gelir diye. dışarıya üç tane ufak masa atmıştı yaz günleri için. oturdum. içeride batak, okey oynayan iki-üç masa dayı ve zaruriyetten yancılık yapan iki ufak torundan başka kimse yoktu. orada periyodik zaman aralıklarıyla yedi çay içtim.çift sayıları sevmediğim için yedi. hava kararınca hakkı'yı aradım. iki saat sonra selami ağbi'nin tornacıya sözleştik. içkiler hakkı'dan, ben de alçakgönüllü olmak için birkaç abur cubur alacaktım. iki buçuk saat sonra tornacıya geldi hakkı. masayı kurduk. selami ağbi anahtarı bize bırakıp eve geçti. "bugün hayatımın en güzel günüydü hakkı" dedim. kepenk indirip geçtik içeri. sohbete giriş cümlelerinden sonra "benim aysele şiir yazmam lazım" dedi. ama söylerken öyle bir tavir takındı ki; bu cümleden sonra ağlamam gerektiğini düşündürdü.
"bizden ala şair mi var hakkı?"dedim
"doğrusun ağbi, o yüzden yalnızsın ya zaten"
"taşak geçme oğlum, tercih meselesi bu"
"müjgan yengenin seni terketmesi de mi senin tercih meselendi aslanım?"
"saptırma mevzuyu, ver kalem kağıt"
"boşver ağbi, sen içmene bak, ben hallederim"
"lan ver!"
istemeye istemeye uzattı kalem kağıdı. kafamı topladıktan sonra kağıda gömüldüm. zaman zaman kafamı yukarı kaldırıp, vahiy gelmiş gibi bir iki saniye bekleyip, aşklı meşkli cümleler sayıkladım. en sonunda kağıdı hakkı'ya uzatınca suratı ekşidı, eyvallah çekip kağıdı cebine koydu.
"kız şiirden hoşlanıyormus ağbi, bizim gibi sıgırlardan değil yani. romantik olmak lazımmış. biraz odunluk da olacakmış ama öyle bıktıracak seviyede değil. orantılı olmak lazımmış. ben orantı kelimesini en son orta okulda duymuş adamım ağbi, kızın istediği şeye bak. benim bu kıza kendimi bir şekilde sevdirmem lazım. bu sevda başka sevda. uzaktan uzaktan nereye kadar."
"bak aslanım, kadınlar..."
"aman ağbi, sen boşver kadınları falan, senin nasihatlere kalıp da senin gibi kalmaya niyetim yok vallahi"
"benimki tercih meselesi diyorum oğlum, niye anlamıyon? saptırma konuyu sen"
hafif kendimi kaybettikten sonra gündelik muhabbetlere döndük git gide. futboldan, devletten, işten güçten, mahalleden konuştuk.
"ee ağbi" dedi hakkı, "sen ne yaptın?" düşündüm bir müddet. bir iki dakika sonra suratına bakıp güldüm.
"bugün hayatımın en güzel günüydü hakkı!"