Gece yarısı nefes alan, almayan her maddeye yalnızlığını hatırlatan kutsal yerlerdir otel odaları. Yalnızca yeryüzünde değil; bütün evren içindeki yalnızlık bu. Kadınlar, arkadaşlar ya da evcil hayvanlarla alakası yok. Bir arayış sırasındaki kayboluşun yalnızlığından bahsediyorum. Bavulu elime alıp evden çıkarken annemin göz yaşlarında gördüğüm tam da buydu. Sakin bir otel bulmadan acı çekmeye başlamanın doğru olmayacağı. Bu yüzden önce öfkeyle çıktım evden. Yeryüzünün adaletine, karanlık yaşantılara küfrederek yürüdüm. Hızlı hızlı yürürken küfretmekten başka çaresi olmuyor insanın. Otogardan en erken otobüse bilet alıp İstanbul'a geldim. Az çok bilgim vardı buralar hakkında. Sakin olabileceğini düşündüğüm bir semtte, ara sokakta, kıçı kırık bir otel buldum. Girişteki koltuklarda iki kişi uyuyordu, bir kişi de tüplü televizyona dalmış, içeri girdiğimi fark etmemişti bile. Bunu televizyon programına değil, yaşına verdim. Arada bir durup nefes alıyor mu diye kontrol edilmesi gereken yaşlardaydı çünkü. Resepsiyon boştu. Köşedeki koltukta ağzı açık uyuyan adamsa tam bu göreve uygun duruyordu. Yine de emin olamayıp koltukların birine de ben oturdum. Yaşlı olan yavaşça, "Nereden geliyorsun?" dedi, "Antalya'dan." dedim. "Bana küçük oğlumun gençliğini hatırlattın." dedi, "Geçenlerde kaybettim kendisini. Bebeğim henüz yetmiş üç yaşındaydı." Derin bir nefesle televizyonuna geri döndü. İsmi Ruhi Mücerret olmalıydı. Biraz sonra bir kadın yaşlı gözlerle, burnunu çeke çeke girdi içeri. Resepsiyona geçip öfkeyle üst üste zile basmaya başladı. Bu kadınlar, neden öfkelendikçe bütün dünyayı rahatsız etmek isterler ki! Ağzı açık uyuyan adam mahçup bir şekilde kalkıp resepsiyona geçti. Kadına bir oda verdi, ardından beni fark etti. "Oda mı istiyorsun?" dedi. Kalkıp karşısına geçtim, "Evet, ne kadar geceliği?" derken cebimden cüzdanımı çıkardım. "Oda kalmadı kardeşim. Yan sokaktaki otele bak." dedi. "Ama ben o kadından önce gelmiştim." dedim. "Kardeşim yan sokaktaki otele bak sen, orda vardır oda. Napayım sen istedin diye kat mı çıkayım otele? Yok işte arkadaşım!" diye gürleyince çıktım. Öfkeme biraz daha mahzunluk ekleyip yan sokaktaki otele girdim. Burası daha normal görünüyordu. Resepsiyonda biri vardı ve hiç de asık suratlı görünmüyordu. Bir oda istedim. Mümkünse sakin bir yaşam sürmek istediğimi belirttim. Buranın bu saatlerde en sakin semtlerden biri olduğunu söyleyerek içimi rahatlattı. Balkonu sokağa bakan bir oda verdi. Bavulumu fırlatıp rahatça acı çekebileceğim bir yer aradım. Yatağın yanındaki koltuk cazip geldi. Oturup telefonumu çıkardım. Rastgele bir numara çevirdim. Meşgul çaldı. Başka bir numara daha çevirdim. Bu kez bir kadın açtı. "Merhaba, ben Yaşayan Ölüler Derneği'nden arıyorum." dedim, "Bağış yapmak ister miydiniz?" Kadının bocalamış gülüşünden sonra, "Pardon, anlamadım. Kime bağış yapmak ister miyim?" sesi geldi. "Bana." dedim, "Yanlış anlamayın anketör ya da dilenci değilim. Sizden para da istemiyorum. Sadece çok yalnızım. Varsa, fazladan yalnızlığınızı benimle paylaşır mısınız?" Bir kez daha bocalamış gibi güldü, "Bu saatte mi?" dedi. Cevap vermedim. Böyle şeylerin de saati mi olur? Kısa süreli bir sessizlikten sonra, "Pardon da öldüğünüzü mü söylüyorsunuz, ben anlamadım?" dedi. "Yerin altındakilerin, yerin üstündekilere yaşamayı bekleyen ölüler gözüyle baktığını söylemeye çalışıyorum." dedim. Kadın sarhoş olmalıydı. Sarhoş olmasaydı bu saatte bu muhabbete katlanamazdı kesinlikle. Zaten çakırkeyifler de bir etki altında öyle uzun süre kalmazlar. "Ben şu an müsait değilim." dedi kadın gülerek. "Hiç sorun değil." dedim, "Bu numaradan sizi tekrar rahatsız ederim. İşsiz ve parasız olduğuma bakmayın daha elli üç dakika konuşma hakkım var."
Telefonu kapatıp kendimi yatağa atacakken bu saatlerde en sakinlerden olan semtteki bomba sesiyle irkildim. Daha sonra çığlıklar, sirenler, kalabalık gürültüleri doldu odaya. Az önceki kadını tekrar aradım. "Nerede oturuyordun?" dedim. Ankarada yaşadığını söyleyince, "Bebeğim, keşke biraz daha müsait olabilseydin. Sana bir bomba sesi dinletebilirdim." dedim. Bir şey demeden kapattı. "Daha önce kaç erkek sana bomba sesi dinletti sanki. Şu vazgeçilmezliğinden bir an önce vazgeçmelisin." diye mırıldandım. Balkondan, kalabalığın toplandığı yeri seçmeye çalıştım. Göremeyince aşağı indim. Resepsiyondaki adam, "Şu an dısarıya çıkmanız pek sağlıklı olmaz efendim." dedi. Duymazdan geldim. Seslere doğru yürüdüm. Polis arabaları, ambulanslar ve insanların oluşturduğu bir kalabalığa doğru yaklaştım. Biraz sonra basın mensupları geldi. Pek ismi duyulmamış bir kanalın kameramanı da bana doğru koştu. Ben de ona doğru koştum. Adam bunu görünce bir an durdu. O durunca ben de durdum. Aramızdaki iletişim kopukluğu ortada asılı kalınca adam bir müddet burnunu kaşıyıp başka yöne yürümeye yeltendi. "Sayın basın mensubu!" diye bağırdım, "Gitmeyin, neler olduğunu açıklayabilirim!" Başkasına gitmesine fırsat veremezmişim gibi bir kıskançlık doldu içime. Saçma sapanlığın ete kemiğe bürünmüş hali gibi hissettim kendimi. Kameramanımın önünden bir kadın muhabir geldi. Mikrofonu uzatıp "Beyefendi neler oluyor?" dedi. "Son otuz beş-kırk yıldır ülkemizdeki terör eylemlerinin aynısı oluyor sayın basın mensubu, panik yapmayın." dedim, "Dün sabah babamla kavga ettim. İki yıldır Antalya'da makine mühendisliği okuyorum. Bu sene sınavlara tekrar hazırlanıp güzel sanatlar fakültesinde okuyacağımı söyledim. Sonra evden çıkıp İstanbul'a geldim. Buralarda bir otele yerleştim. O sırada bomba patladı. Ama korkmayın, bütün bunların sorumlusu ben değilim."
"Peki bütün bunların sorumlusu hakkında bir fikriniz var mı?"
"Tabii ki de. Herkes gibi. Fakat bunları konuşmak için daha uygun bir yerde görüşmeliyiz. Kaldığım otel, sağlımız açısından daha iyi."
Bir şey demeden gittiler. Bu, resepsiyonistin bana ikinci kazığıydı. Terk edilmenin acısıyla otele geri dönmeye karar verdim. Yolda sosyal medyaya göz attım. Yayın yasağı getirildiğiden, erişimin engellendiğinden bahseden şeyler okudum. Sitedeki isyanın yarattığı kaos ortamı, olay mahalinden daha karışıktı. Birkaç doğum günü ve 'mutlu yıllar dilemek ister misin?' bildirimi aldım. Otele girerken resepsiyonistin beni tek parça halinde görmekten mutluluk duyacağını düşünüyordum. Ben de ona ithafen, tek parça halinde dönmenin gururuyla göğüs kabartacaktım. Fakat girdiğimde televizyona kitlenmiş son dakika haberlerine bakıyordu. Geldiğimi fark etmeyince hiç ses etmeden odama çıktım. Sosyal medya profillerimden; bu ülke çapında ses getiren olayın mahaline yakın olduğuma, yine de iyi olduğuma ve benim için tedirgin olunmaması gerektiğine dair bir bildiri yayınladım. Bunu umursayan kimse olmadı. Telefonu fırlatıp yalnızlığıma, çaresizliğime, uzay boşluğunda çırpınışlarıma acıdım. İnsanoğlunun değersizliğine, buna rağmen kendini hala bir bok sanışına acıdım. Asabi kadınların kocalarına acıdım. Gün boyu bilardo salonlarının mermer basamaklarında oturan çocuklara acıdım. Sonra hepsi geçti ve en çok bu geçmişliğe, geçebilmişliğe acıdım.
Tekrar telefonu elime alıp rastgele bir numara daha çevirdim, kalın bir erkek sesi geldi bu defa. "Ben Yaşayan Ölüler Derneği'nden arıyorum." dedim, "Yaşadığınızı kanıtlayabilir misiniz?" Yıllardır böyle bir telefon bekliyormuş gibi, "Siz mezar taşı yapıyor musunuz?" dedi. "Ayarlayabilirim. Tanıdıklarım var." dedim. "Üstüne 'Çok Uykusuzum' yazmanı istiyorum." dedi. "İsminiz neydi?" dedim. "Çetin." diye karşılık verdi. "Yanlış anlama anketör ya da eşcinsel değilim Çetin. Yalnız mısın?" dedim.
"Hayır, evliyim."
"Bu daha berbattı Çetin." dedim. Daha sonra iyi geceler dileyip kapattım telefonu. Bu kez bir kadına ait olabileceğine inandığım bir numarayı çevirdim. Gerçekten bir kadın açtı. "Ben Yaşayan Ölüler Derneği'nden arıyorum." dedim, "Daha önce hiç planlı bir ölüm hazırlığınız oldu mu?" Telefonu suratıma kapattı. Daha iyi bir seçeneğim olamaz diye düşünüp tekrar ilk aradığım kadının numarasını çevirdim. Meşgul çaldı. Çıkıp bir taksi çevirmek istedim. Şoföre, "Öndekini takip et." demek istedim, "Peşime düşüyorum." demek istedim. Bir taksici tarafından linç edilmek beni kendime ulaştırabilirdi belki. Ya da bir taksici, belki insanı kendine bile ulaştırabilirdi.
/ikincisi devam ediyor. cephede savaş durulmuştur./
-ne iş yapıyorsun?
-oyun yazarıyım
-oyun yazarı mı? ne yazıyorsun?
-oyun yazıyorum dedim ya. insanların oynadıkları oyunları.
-arkadaş ortamında oynanabilecek oyunlar mı?
-hayır. daha çok dünya üzerinde oynanabilecek oyunlar bunlar.
-nasıl yani, tiyatro gibi mi?
-sayılır; ama bir farkı var. benim yazdıklarım genellikle önce oynanır, ben sonra yazarım.
-iyi de yazılı bir metin olmadan nasıl oynanabilirler ki?
-metne bağlı değil, kazanca bağlı olarak gelişen olay kurguları bunlar. biraz orta oyununa benziyor ama bu defa oyuncular düşünüyor, seyirciler oynuyor.
-sahne dekoru?
-arkada yıkık binalar var. aşağıda oynayan seyirciler, yani ağlayan kadınlar, ağlayan çocuklar oluyor. yukarıdakiler ise göğüs kabartan şişman insanlardan seçiliyor.
-bunun getirisi ne oluyor?
-maddi olarak diyorsan en çok yukarıdaki dekorlar kazanıyor. aşağıdakilerse her koşulda kaybediyorlar. biletlerini kendi paralarıyla alıyor fakat bilet almak isteyen kendileri değil. benim için bir getirisi olmuyor. anlatmaya çalışıyorum yalnızca.
-vicdanın rahatlıyordur en azından.
-vicdanın bu sıralar yeryüzünde getirisi değil götürüsü var.
-sen ölünce bunu devam ettirebilecek birileri var mı? bir oğrencin, bir mirasçın...
-elbet olacaktır. umarım ki gerek kalmaz.
-peki bu türün kendine özel bir ismi yok mu?
-ben, politika diyorum.
Gazete binası önündeki yoğunluk hiç alıştığım türden değildi. Açıkçası bir yerel gazetede çalışmak amatör mahalle takımlarında top koşturmak gibidir. Her maça çıktığında birinci ligde oynama umuduyla başlayıp bir avuç mahallelinin alkışlarıyla sahadan ayrılmak gibi. Bugüne kadar hiç top koşturmadım; olsa olsa haberini yapmışlığım vardır. Yine de amatör topçuların halinden anlayabilecek bir işim olduğunu, bu kalabalığı gördükten sonra fark ettim. Daha önce, meydandaki şenlikler dışında, bu şehrin de bu kadar kalabalık olduğunu görmemiştim. Kapının önü, içeri girilebilecek gibi değildi. Arka sokaktan dolanıp binanın yangın merdiveninden yukarı çıktım. İçeriye açılan kapı kilitliydi. İçerden birini arayıp açtırdım. Girdiğimde rotatiflerin sesini duymayı bekledim. Duymayınca tedirginliğim arttı. Üstelik bilgisayarlar da kapanmış, herkes ilk bulduğu yere çökmüştü. Yukarıdan gelen bağırış sesleri de olmasa zamanın akarken nasıl bir ses çıkardığı dahi tespit edilebilirdi. Daha sonra birisi bunu bir makaleyle açıklar gerekli idari bölümlere gönderirdi. Gerekli idari bölümler bunun oldukça ses getirecek ama işe de yaramayacak bir buluş olduğunu söyler ve meslektaşımız olan makale yazarı bunu kişisel bir hırs mevzuu olarak görür ve aynı makaleyi Avrupa'ya yollardı. Daha sonra Almanya'da bir ödül bile alırdı belki. Bunun üstüne ülkesi ve dünyadaki bilimsel gelişmelerin fonksiyonu hakkında birkaç sitemli yorumda bulunur, geri kalan hayatını vatan haini olarak idame ederdi
Yukarıdan gelen sesler iyice artınca bilgisayar masasında oturan editörlerden biri sigarasını masaya bastırıp üst kata fırladı. Şu an birine "Neler oluyor?" demek, bu soruyu devlete sormak kadar sakıncalıydı sanki. Bu yüzden ortama ayak uydurup boş bir yere çökmeyi düşündüm. Bunu yaparkense, acaba buradaki kaç kişinin benim gibi her şeyden bi'haber olduğunu anlamaya çalıştım. Etraftaki hiçbir gözün ardında saklı kalmış soruların tedirginliği görünmüyordu.
Gazeteden, şehrin her yanında saygınlık kazanmış birinin ölmüş olacağı dışında bir şey gelmiyordu aklıma. Bunun, durum karşısında oldukça masum bir düşünce olduğu da. Yukarı kattaki sesler gittikçe yaklaşmaya başladı, daha sonra polis telsizinin sesi, ardından polisler indi. Devletin, vatandaşa "Neler oluyor?" demesi gibi baktılar içeriye bir müddet. Daha sonra içlerinden en rütbeli olanı, "Evet arkadaşlar mesai bitmiştir, çabuk bir şekilde boşaltalım binayı. Lütfen zorluk çıkarmayalım." diyerek, elindeki telsizi savuruyordu üstümüzde. Yaktığı sigarayı alnına dayayarak en yakın sandalyeye çöktü. Kimsenin kıpırdayacağına umudu kalmayınca, "Arkadaşlar lütfen zorluk çıkarmayalım! Bu bir emirdir. Zorunluk çıkaracak olursanız 'lütfen' demeyi de bırakacağım!" Cümleleri, dil bilgisi dahilinde ünlem gerektirse de sesi, sanki bu cümlelere nokta bile konamayacakmış kadar bitkin çıkıyordu. Bu tür durumlarda bir ayaklanma başlatmak için, önce emre boyun eğen birkaç kıpırtı bekleyen tipler olur elbet. Bunu düşünerek yavaştan ayağa kalktım. Benimle birlikte iki de muhabir toparlanmaya başlayınca, editörlerden biri, "Arkadaşlar oturun!" diyerek ayağa kalktı. Sonrasında amire dönüp "Bakın memur bey," dedi, "bizler onuruyla işini yapan gazetecileriz. İş ahlakımızı olumsuz etkileyen herhangi bir girişimde bulunmadık. Yapmamız gerekeni yapmak, yüksek mevkilerin işine çomak sokmak olarak görüldüyse buradaki sıkıntı sizde demektir." 'Acaba amatör futbolcular da hakeme bu kadar rahat itiraz edebiliyor mu?' diye düşünmeden edemedim. Amir, ağzındaki dumanı sitemle üfleyerek, "Beyefendi bakın, benim elimden gelen bir şey değil anlıyor musu..."
"Sizin elinizden gelen nedir memur bey? Hak ve adalet elinizden gelmiyorsa bu uniformayı neden giyiyorsunuz?"
Bu tartışma üstüne, editöre destek vermek isteyen birkaç kişi daha ayaklanıp konuşmaya başladı. Bunun üstüne polisler zorluk çıkaranların üstüne çullanıp dışarı çıkarmaya çalıştı. Ellerini arkadan bağlayıp iteleyerek indirdiler aşağı. Bu defa geri kalanlar da ayaklanıp karşı mücaledeye geçtiler. Küfürler içinde bir arbede başladı. Karışıklık artınca içeriye bir ekip daha çağırıldı. İçerdeki herkesi arkadan kelepçelediler. Yangın merdiveninden çıkartıp ekip araçlarına bindirdiler. Benimle aynı araca binen editör bir müddet daha hakaretlerle isyana devam etti. Nihayet bunun bir sonuca varmayacağını anlayınca o da susmayı tercih etti.
Yetişkin bir devlet, otoritesini yükseltmek için kaç vatandaşın gözünden düşmeliydi? Tolstoy'un Polikuşka'sı, konak hizmetçilerine 'yukarı karısı' denmesine karşın 'halbuki konağın ne kadar da aşağıda bulunan bir yapı' olduğundan bahsederken böyle bir imgeleme mi yapıyordu? Otoriteler de konaklar gibi midir? Neyse ki bunlar zarif düşüncelerdi ve kapıya vuran jop sesiyle dağıldılar.
Arabadan inince apar topar emniyete soktular herkesi. Silahı emniyete almak budur. İçeri ilk giren polis, sorgu odalarının ayarlanması hakkında emir verdi. Hepimizi alt kata indirip koridordaki koltuklara oturttular. Hastane köşesinde beklemek gibi boğucuydu bu durum. Daha sonra dörderli gruplar halinde odaya almaya başladılar. Yanımdaki, ayak vuruşlarıyla ritim tutan yayın yönetmenine dönüp "Ağbi n'oluyor Allah için?" dedim. Güldü. "Ne alaka lan," dedi, "bilmiyon mu ne olduğunu?"
"Yok ağbi, kırk yılın başı işe geç kaldım. Geldiğimde herkes susuyordu, sormaya da cesaret edemedim."
"Bu sabah bakanlıkla işbirliği yapan bir şirketin zehirli artıkları doğaya döktüğüne dair bir haber yaptık. Sonrası malum..."
"Vay anasını satayım..."
Birkaç grubun ardından beni de aldılar içeri. "Bu haberi kim yaptı?", "Siz niye devlete zorluk çıkarıyorsunuz?" tarzında formalite sorulardan sonra serbest bıraktılar. Dönüşte araba servisi yoktu, herkes kendi imkanlarıyla olaysız bir şekilde dağıldı. Genel yayın yönetmeni; bir hafta iznimiz olduğunu, bu işin peşini bırakmayıp yakın zamanda gazeteyi tekrar yayımlayacağımızı, haftaya gazete önünde toplanacağımızı ve herhangi bir gelişme olursa telefonla bilgilendirileceğimizi söyleyip gitti. Ben yürümeyi tercih ettim. Yokuşut tırmanıp meydana çıktım. Yol üstündeki bakkaldan bir soda çekip mahalle stadının yolunu tuttum. Tribüne geçip açtım sodayı. Yıldız takımın hazırlık maçı vardı. Çocuklar antreman formalarını çıkarıp antrenörün etrafında toplandılar. Aldıkları taktiklerin gazıyla ortada üçlü çekip çıktılar sahaya. Takım kaptanı tribünlere doğru baktı. Sodayı kaldırıp selamladım. O da gülüp döndü. "Aynı kaderi paylaşıyoruz kardeşim!" diye bağırdım bir kahkahayla, "Vallahi bak!"