biz ki burada tarihe tanıklık ettik
ve şimdi ifade vereceğiz
-önce dünyaya militan
sonra kendine mahpus-
bir avuç insan
şimdi
burada
/bilinsin ki her şey biz ufka bakarken oldu
zifri karanlığın içinden ufka/
dünyayı omzuna koyar gibi
memleket dağlarının uzağında bir oğlan çocuğu
iki tutam külden doğdu
ismi atlas derler bir yük
cismi aynasız bir tevellüttendir ki belirsiz
-ne ağırdır insan dokunur da bilemez hani
böyle dokunduk tarihe ama göremedik bir şeyi
dokunduk ve temizlenmek için bir su bulamadık yazık ki
/kendi, kendine yargıç bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve ifade vereceğiz şimdi./
I
yüreğimdeki ihtilalin parmakuçlarında kül
kanımdan değin katran gibi sloganlarla
yüreğimin meydanı'na bir avuç insan yürür
bir sevdanın örgütlenişidir derler
göğsümün ortası durup bir yere bakarak kalır
yalnız bir yere bakarak öksürür
yok öyle gözlerine bakmaklara inanmak
o mavilik gökyüzüdür
/kendi, kendine devlet kadar soğuk bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve ifade vereceğiz şimdi./
II
bakın!
kolay değil bu dünyada
öyle akşamlara bir şeyleri gizlemeden çıkmak çünkü
önce kitaplar yakıldı
hayat hakkında çok şık fikirler çürüdü hücrelerde
devlet bildi, sürgün etti yari
o kapkara trenler ki kalktığında bir tek dumanı döndü geriye
bizler ufka baktık
zifri karanlıklar içinden ufka baktık ve görmedik bir şey
dokunduk sadece hissiyatına bunların
ve tanık olduk tarihe
/kendi, kendine namümkün bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve ifade vereceğiz şimdi./
III
iki gözüm beni bağışla
peşime düşen bu sevdayı sana yük ettim
hem biz neydik ki yük olduk sevdamızla
biz ki bir avuç insan
bizi bağışla
ne haddimizdi
kirpiklerindeki parmaklık ardında tutuklandık
ben ki ufka bakarken elimi omzuna koydum
'sana dokunan elim yansın
bir daha dokunursam tarihe' diyorum bundan
/kendi, kendine uzak bir avuç insan
tarihe burada tanıklık ettik ve tarih bize ifade verecek şimdi./
IV
gövdeme bir pankart açtım:
'burada yaşama tehlikesi geçirdim ben'
silahlar ve füzelerle şiir yazılmaz dendi
silahlar ve füzelerle tarih yazdılar, neden?
-savaş meydanında kaç asker intihar eder?
-dünya, tarihten olma bir çocuk doğurur ve neden yara'dır ismi?
'naralar atıyorum!'
"Çöp konteynırı mıyım lan ben?" dediğim sırada üçüncü birasını açıyordu, "İçinde ne kadar çöp duygu varsa bana döktün anasını satayım!" Sanki hiç orada değilmiş, beni hiç tanımıyormuş gibi bir hali vardı, ben bunu söylerken. Denizin üstüne, kızıl bir akşam güneşi vuruyordu. Denizin üstüne kızıl bir akşam güneşi vuruyorsa, bu, ne kadar iç yakıcı duygu varsa hepsini beraberinde getiriyor demektir. Artık kapıları kapanmış bir vagon gibi önümde dalgalanan denize döndüm; kapılıp akmayı kaçırmış gibi.
Son birkaç saattir bana, kendisini terk eden bir heriften bahsediyordu. Onu ne kadar çok sevdiğinden, uğruna neleri feda edebileceğinden ve onun, bunların kaçta kaçını bildiğinden falan. Geceleri, hızlı semtlerde, amcaların devriyeye çıkmasıyla başlayan bir kargaşanın içinden toplamış gibiydi bu düşünceleri. Hepsi bir yerden sonra birbirine giren bir tutarsızlığa gömülüyordu. Bir adi, bir aşık olup işin işinden çıkamıyordu. "Üstüme çok geliyorsun, ben seni burada kendime yakın görüp içimi döküyorum." dedi. Hiç beklenmedik bir anda bitkisel hayattaki yakınımın şuuru yerine gelmiş gibi hissettim. Nasıl bir karşılık vereceğimi bilemeden daldım mevzuya. "Ne üstüne gelmesi lan!" diye bağırdım, "Seni seviyorum kızım anlıyor musun? Şu orospu çocuğundan kafanı bir kaldırsan, seni dünyanın en mutlu insanı yapacağımı bir kavrasan! Ulan ölürüm senin için kızım! Ölürüm lan anlıyor musun?" Başını yere eğdi. Kayalıkların üstündeki yazılara gömüldü bir müddet. Etrafta sahiplenilecek bir şeyler aradı. Çantasını kendine çekti biraz daha. Bir yudum daha aldı biradan. Yüzünü ekşitti. "Bu zıkkımın dibini sevemedim hiç." dedi. "Şu orospu çocuğunu dibine kadar seviyorsun ya işte." dedim, kırık bir sesle. Kendimle konuşurken kendimin bile duymasından korkuyormuş gibi sessizceydi üstelik. Şişeyi hafifçe sallayıp kayalıkların içine doğru bıraktı. "Ekolojik dengeyi böyle bozuyorsunuz!" dedim, "Sonra vay anasını küresel ısınma da neymiş? Bu zamlar da neymiş? Kendinizle yüzleşmekten korktuğunuz için soruyorsunuz bu soruları da!" Yüzündeki hiçbir şeyi değiştirmedi. "Ya ekolojik denge de beni bozuyorsa?" dedi sadece. Ayağa kalkıp silkelendi. Pılını pırtını topladı. Bir an önce siktir olup gitmenin peşindeydi. Böyle zamanlarda kadınlar, sevildiği kişi tarafından tecavüze uğrayacak korkusuyla hareket ediyormuş gibi geliyor bana. "Benden bu kadar korkmana gerek yok. Sana zarar verecek değilim." dedirtti bu tedirginliği. "Acelem var. Daha sonra yine konuşuruz, ararım seni." dedi. Samimiyetsiz bir tebessüm vardı suratında giderken. Alkollüyken her şey abartıya kaçıyormuş gibi olur zaten. Fazladan gülüyormuş, fazladan adım atıyormuş hatta fazladan seviyormuş gibi.
O gidince içimde ondan daha büyük bir boşluk oluştu. Telefonu çıkardım. Mısırlı, uygun bir herif olabilirdi. Boşluk kelimesiyle fiziki bir ölçütten bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. Aradım. "Yarım saate yanındayım." dedi. "Beşiktaş Sahil'deyim bak yanlış olmasın." diye üsteledim. İnce çocuktu. İnce kelimesiyle fiziki bir ölçütten bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. Kırk beş dakika sonra yanımda bitti Mısırlı. Etraftaki üç beş siyah poşete baktı. "Sen mi içtin lan bunların hepsini?" dedi. "Sayılır." dedim. Tiksinerek baktı. Bunu bu sıralar çok görüyordum. Oturacak gibi oldu. Cebimden bir ellilik çıkarıp uzattım. "Oturma, dur." dedim, "Üstünü tamamla da şu ilerdeki tekelden sekiz-on bira daha al gel." Sitemli bir bakış daha attı. "Koy cebine onu. Maaşı aldım bugün, ben çekerim." dedi. Bir-iki dakika sonra eli boş döndü. "Yatırmamış orospu çocukları!" dedi. Elliliği tekrar uzattım. Tekrar gitti. Tekrar bir-iki dakika daha bekledim. Bu sefer eli dolu geldi. İki poşeti de koydu ortaya. Birini önüme çektim. "Yavaş iç." dedi, bir şişe çıkardıktan sonra da, "Kodumun hayatından zerre memnun değilim." diye devam etti. "Kim memnun ki oğlum?" dedim, "Baksana, herkes hayatım dediği şeye sürgün."
"Öyle deme lan." dedi utangaç bir sesle, "Güzel yaşamanın yolları da var."
"Nasıl?"
"Ne bileyim babamdan kalmış veya kendi aldığım, hadi en olmadı kirada bir evim olsa. Şöyle orta yollu bir arabam olsa. Ya da olmasa da olur. Mutlu bir evliliğim olsa. İki tane çocuğum olsa, biri kız biri erkek. Okula gidip gelseler. İşten gelince yemeğim hazır olsa. Ailemle birlikte geçirebileceğim vaktim falan olsa. Fena olmaz yani."
"Hasiktir ordan!" dedim. Bir kahkaha attım. Daha fazla irdelemedi. Birkaç saat siyahi hatunlardan, yatan kuponlardan, Fener'in basket maçlarından, başkanlık sisteminden, Suriye'nin komünist iç ordu yapılanmasından falan konuştuk. Daha sonra saati bahane edip kalktı, yarın iş var ayağına. Ben de onunla birlikte yollandım. Otobüse binip gitti. Tophane'ye kadar sahilden yürüdüm. Böyle anları olur hayatın, gidecek yer yoksa sahil boyunca yürütür adamı. Tophane'de tramvaya atladım. Girerken, "Tophane'nin karanlık sokaklarından geleceğiz!" diye de mırıldandım. Edebi bir estetikten bahsetmiyorum. Sadece biraz kalabalık olsun diye mırıldandım bunu. Çapa'ya geçtim. Duraktan çıkıp yine yürümeye başladım. Paşa'ya doğru salınırken caddeki pilavcıya girdim. "Bir kuru-pilav çek." dedim. Bitirip ikinciyi istedim. Yanımdaki masadan bir dayı, "Adamlar neler yapıyor, biz burda müslümanım diyen CHP'lilerle baş edemiyoruz." diyerek güldü. "Dayı bak yanlış bakıyorsun olaya." dedim, "Siktir lan!" der gibi ters bir bakış attı. Döndüm. Hesabı verip kalktım. Mekanın önünden, "Koduğum öğretmenleri sırf evdeki düzeni bozmaya programlanmış." bağırışlarıyla geçen üç-beş liselinin peşine takılıp vurdum kendimi aşağı. Samatya'ya inip Tekelden üç bira çektim. Sahile geçip kuruldum. Denizin varlığına sadece dalga sesleriyle inanılabilecek saatlerdi. "Bu hayat ağızda bok tadı bırakır!" diye kükredim, etrafın sakinliğine dayanarak. İlk birayı bitirmemiştim, telefon titremeye başladı. "Ne var?" dedim, "Yine orospu çocuğunun biri incitti de yaranı mı bantlayacaksın?"
"Pis pis konuşma." dedi, "Neredesin?"
"Samatya'dayım." dedim.
Yarım saat sonra yanımda bitti. Bir şişe uzattım, yeter anlamında bir hareket yaptı. İrdelemedim. "Kitap yazıyordun, ne oldu?" diyerek, pek de meraklı gibi görünmeyen gözlerini dikti üstüme. O mavilik derdine kapılıp "Yazıyorum hala." dedim. Bir sigara çıkardı, "Ne hakkında?" dedi.
"Uzaya çıksam yanıma almayacağım üç şeyin de dünya olduğu hakkında." dedim.
"Tutmaz o." dedi, "Şimdiki piyasa aşk arıyor. Kan istiyor. Ne bileyim, daha bunlar gibi bir ton şey. Hepsinin zaten kendine yetecek kadar iç dünyası var, yalnızlık aramıyorlar. Çünkü var. Heyecan istiyorlar. Çünkü yok."
"Haklısın da," dedim, "Ya ben kendimi çoğaltmak için yazıyorsam?"
Bir müddet sustu. Konuş diyene kadar konuşmayacakmış gibi sustu. Sesini açmak için, "Dünyanın tek gerçek mirası yalnızlıktır güzelim," dedim, "insan bu yüzden bir şeyler yazıyor. Kendine bazı şeyleri, başkasının ağzından kanıtlamaya çalışmak gibi. Özellikle kendine söz geçiremiyorsa."
"Beni de bu yüzden mi seviyorsun," dedi, "Kalabalık olsun diye?"
Bir şey demedim. Bu bir kaçamak susuşundan ziyade kendini anlatmaktan yorulanların pasif eylemlerine benzeyen bir susuştu. Susuş kelimesiyle basit bir eylemden bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. Elimdeki son birayı da bitirip kalkma niyetindeydim. Hani bu tür niyetler oluşturacak bir susuştan bahsediyorum. "Ben sana bir şans vermem gerektiğini düşündüm." dedi, bu susuşun içini aralamak için. Titreyen kelimeler kullanmıştı. Sanki içimdeki karanlığı kurşuna dizmiş gibi. Bu karanlığın, böyle kurşunla falan delinmeyecek bir şey olduğunu o sırada anladım. Bu laftan sonra, parası olmasa yanımda barındırmayacağım heriflere benzedi gözümde. Hani bende böyle bir sevdaya başrol olmasa "Siktir lan kaltak!" diyip kovabilirdim. Ama bu defa medeni insanların bu durumda ne yapacağını düşünerek hareket ettim. Elimle bira şişesini açarken, müptezel bir kafayla ne kadar medeni olunabilecekse. Yani ayaklandım yavaştan. "Otur biraz, konuşalım." diyerek kolumdan tuttu, sakince sıyrıldım. "Bunlar bir anda karar verilecek şeyler değil." diyip yollandım. Yatacak yer bulmak gibi sorunları da yüklenip çıktım yokuşu. Meydandan yukarı, Çevre Tiyatrosu'nun hemen girişinde bir kahvehane vardır. Bu saatlerde genellikle sessiz sakin olurdur. Girdim. Bir çay söyledim, kafam açılır niyetine. İçerden bir ses, "Bu kafayla bir bok olmaz." diyecek gibi oldu, sesi dağıttım. Adamın teki masadakilere kart oyunu yapıyordu. Kenardan izledim. Fiyakalı birkaç hareket yaptı. Hoşuma gitti. Kendi kendime güldüm. "Bak bu şehrin şakaları da bir gün beni gebertçek." dedi birileri, hak verdim. Bu cümleden dolayı kafamı tebrik ettim hatta. Kalktım. Adama, "Bir-iki bir şey de bize öğret, nasıl yapıyorsun bunları?" dedim. "İş izlemekte değil görmekte ağbi." dedi. İş izlemekte değil görmekte ağbi. Tabi ya. İş izlemekte değil görmekte oğlum. Bir çay parası çıkar mı diye cüzdanı yokladım. Cüzdan boştu. İş izlemekte değil görmekte. Bir daha baktım. Yine boştu. Cepleri yokladım. Üç-beş bozukluk arasından bir lira çıkarıp uzattım. Şimdi dünya daha kirli görünmeye başlamıştı. Bu zıkkımın kafası da bu kadar işte! Bitti bitecek. Çapa'ya doğru tırmandım. Tramvayın çevresi, güzel kızların eve dönüş saatiyle orantılı bir hareketle canlanıyordu. Kapıldım bu harekete, atladım tramvaya. Cevizlibağ'da inip metrobüsle Şirinevler'e geçtim. Ordan metroyla Otogar. Beni buraya hangi rüzgar sürükledi, düşünmeye fırsat bulamadan ucuz görünen bir şirkete daldım. "Kısa sürede Antalya'ya araba var mı?" dedim. "Yok, Ankara'ya var." dedi veznedeki kadın. Güzel de bir kadındı. "Havaalanında çalışmak varken otogarda harcanıyorsun bebeğim. Senin yerin burası değil." diyecek gibi oldum. "Ankara'ya ne zaman var?" dedim. "Saat 1'de." dedi. "Otobüs konforlu mu?" diye sordum. "Yok, ama en erken bizimki." dedi. "İyi, ver bir bilet." dedim, "Cam kenarı olsun." Cüzdanı çıkardım. Boştu. İş izlemekte değil görmekte ağbi. Kredi kartını uzattım. "İsim?" dedi, "İsim ne yazalım?" Güzel soru. "Bilmem. Sen seç." dedim. Çok ters baktı. Otogarda kimse, senin kendini kaybettiğini anlamaz, bu saatlerde. Kendini kaybetmekle felsefi bir fiyakadan bahsetmiyorum. Daha derin bir his bu. "İstemeyen İzleyici yaz." dedim. Bu saatte delinin tekiyle uğraşmak istemeyen bir ifadesi vardı. Uzatmadı. Bileti verdi. Normal bir isim yazılıydı. Sanırım babasının ismini verdi diye düşündüm. Evli gibi durmuyordu. "Çocuğu olunca ona da bu ismi mi verecek acaba?" diye düşünerek çıktım ofisten. Arabaya daha bir saat vardı. Bir çay içeyim dedim. Camında 'Kredi Kartı Geçerlidir' yazan bir mekana çöktüm. Kadının en erken dediği arabadan önce üç tane Ankara arabasının kalktığına dair anons duydum. Üstelik benim arabam yarım saat rötarla geldi. Yerime oturdum. Otobüse, 'acaba bileti kontrol edecekler mi' havası hakimdi. Kimileri çoktan kafayı cama koymuş, kimileri de boş olan cam kenarlarının sahibinin olup olmadığı kuşkusuyla koltukları kolluyordu. İnce bir ses, "Yemek servisimiz yok, sular da arkadaki dolapta, isterseniz alırsınız. Muavinim yok, yedek şoförüm yok. Anlayın beni." dedi. Herkes birbirine bakmaya başladı. Kimse bir şey anlamamıştı. Türbanlı bir kadın şoför koltuğundan dönüp arkaya doğru baktı. Araba çalışınca birkaç kişi telefonlara sarılıp şirketi aramaya başladı. Şirket, Bolu'da yedek şoför verileceğine dair söz verdi. Kısmi bir rahatlıkla Bolu'ya geldiğimizde hiçbir değişim olmadı. Birkaç kişi yine telefonlara sarıldı. Bolu çıkışına doğru amcalar otobüsü durdurdu. "Benim bir suçum yok amca." der gibi baktı herkes. Amcalardan biri içeri girip şoförle konuştu. Sonra yolculara dönüp "Size bir uyarım olacak: Kemerlerinizi bağlayın." diyip indi. Sabaha karşı Ankara'ya varınca burada ne yapacağıma dair hiçbir fikrim olmadığını anladım. Bir emekli lokali çarptı gözüme. Yanında da bahçesi vardı. Sabahları bedava çay-poğaça hizmeti yapan bir lokalden bahsediyorum. Emekli olmadığım için bu hizmetten yararlanamıyordum. Saate baktım. Emekliliğe daha çok vardı. Bahçeye geçip bir banka oturdum. İki dayı oturuyordu. Birinin elinde gazete, diğerinde çay. "Hasiktirsinler!" dedi biri, "Hayat zor geliyorsa bıraksınlar fabrikayı, iş kursunlar." Biraz yaklaştım. "Dayı bak yanlış bakıyorsun olaya." dedim. "Siktir lan!" der gibi ters bir bakış attı. Bakışı aldım, döndüm önüme. "İş izlemekte değil görmekte dayı." dedim, kendi kendime. Kafam buna hak verdi. Tebrik ettim. "İş izlemekte değil." dedim, "İzlemekte değil görmekte."
sanki parçalanır içimde göğsüm de
toplayamam artıklarını
şu safi kırmızı cinnetle gerdiğim göğsüm
parça parça dökülür de kaybolur içimin karanlığında
kaybolur ben toplayamam artıklarını
tanrım sanki quasimodo'nun çanı mı bu kalabalıklar
duyamam haylidir kalbimin nefretten arınmış sesini
bir sessizlik, bir sessizlik daha
çarparsa bir odada suratima
yutan elemanıdır ancak hayatın
seni bir sokak arasında
sapsarı bir eskiliğin düştüğü kaldırımlarda
şu çamura çalan ruhumun
karanlığındaki çatlaktan sızan bakışlarında
geceme düşen elem vakitlerinde
şimdi kimbilir kimin aklındasın, kimler aklında
şimdi kimbilir kimin yanındasın, kimler yanında
diye diye çürüdüğüm bu şehrin
firarî meskenlerinden anıyorum
beni bağışla
beni bağışla
ben kendimi bulamam artık bu güneşli sabahlar altında
gecesini öldüğüm dünya ki karanlık ve hain
bir ıslık çalar mezar taşlarından
yaralı bir it inler otobüs durağında
'şüşa dile min şikest'* diyerek ölümü karşılarsa bir kadın
içindeki şişe elbet kırılır bu yalnızlıkla
toplayamaz kimse artıklarını sonra
-------
* 'içimdeki şişe kırıldı' / Seyyidhan Kömürcü'nün, "Annemin ölümü karşılama cümlesidir." diyerek andığı Kürtçe sözdür.
başım dönüyor biraz daha yürürsem sanki soğuk hava iyi gelecek. saçmalama oğlum bu havada bu saatte. gir evine işte sıcak yatak, uyu. bak çamaşır makinesi falan var sen gir evi. yahu bırak bu ayakları senin derdin kafan açılsın falan değ. dur karıştırma şimdi mevzuyu zaten zor toparladım. tamam yine başa dönmeyelim ama zaten başımız dönüyor bak eninde sonunda gelicez aynı konuya. ya tamam şimdi sırasımı örgüt falan. ulan adamlar harcayacaklar sen hala ne sırasındasın. biraz daha yürüyelim olmazsa bir iki şiir daha okurlar anlaşırız. akrep gibisin be kardeşim. nazım'dan mıydı yoksa bayatlı mı? senin ne haddine şimdi bu. yahu bir zamanlar sizi de sevmiştik hatırlar mısınız? güzelsiniz demiştik gerçekten güzeldiniz. bak ümit yaşar'dan söylüyorsun onu unutmam. bir kitap vardı neydi ismi? şimdi değil dur. pek mütevazi ölmeyen bir insan pek mütevazi ölmüş bir insanı öbür dünyada. vakit geç. bekleyen yoksa vakit hep erken. ya varsa. oynadın ama yine yatacak o kupon. gece maçlarını mı takip etsek? yok yok. takip edince yatıyor hep. bırak şimdi mevsimi meyvesini önce bir yemek düzeni yap kendine. ne yemeği daha iki gün önce yedik bir dur meşgul etme şöyle şeylerle, ciddi bir şey konuşuyoruz. kırılan gıç mı? onu kullandılar zaten. çiçekle böcekle edebiyat olmaz başlatma şimdi. ne'yle yapalım? üstüne başına bir şey alman lazım. işe girdin artık, akşam dönüşü market kuyruğuna girmen lazım. şimdi asansör kullanmak da farz. maaş yatmazsa sigarayı bırakırız. yok olmaz. neydi? manifestolu bir şeydi sanki. yok yok. kaputçu marx mı? hayır o mahalledeki otocunun lakabıydı. yeni taşınmadın mı sen ne ara öğrendin bunu? ben koydum. özel bir şey konuşacam çok kalabalık burası, şu kafadan bir çıkalım. otur, bunlar yabancı değil. ne zararımızı gördün ibine? onlar kaptan oldular, ben sarhoş oldum. vay ahmet erhan değil mi? bir selam verseydik. kaç kaç. dur şu sokağa da girelim bak burası güzel. bıraksalar iki yıl yaşar üç kitap yazarım şu köşede. mahallede kaç kapı var? saymadım. beşiktaş'tan yatmaz, şimdi uğraşırma beni. bir sabah olsun da çorbacı açar. yok kahve de kapatmıştır bu saatte. yürü eve işte ne yapacaksın. yahu çok kalabalık çık dışarda konuşalım diyorum. daha yeni girdim kafaya olmaz bir iki sokak daha yürüyelim. beşiktaş'ta yatmak mıydı? yanlış duymuşum kalabalıktan. diyorum sana. millet sigara içecek diye bu soğukta baksana şu mekanın önüne. rasputin falan hikaye. ya doğanın altı üstü mü olur. altı üstü doğa işte. komik miydi? ne bil'im neydi. yok daha fazla gidemem. uzaklaşırsam her şey düzelecek. hastalık? yaşamaktan ötesi mi var? gidiyorum, bu. yok sen beceremezsin. öbür dünya insan ölen bir mütevazi öbür dünya insan ölmeyen bir mütevaziyi pekte. öyle değil. mütevazi insan ölümle pek dünyada öbür insanla. hah! geliyor işte. kapişonu taksam tanımaz. komşular ne diyecek hem bu saatte. apartmana kusarsak yönetici çok şey. siz de az şey değilsiniz bakma. yok yahu operasyona yarın diyorlardı. temizlik falan. ne bokuma bulaştın sen bu işlere. marx çocuğun servisi bekliyordur bu saatte. karşıda okuyor karşıda. yatılı dediydi. ya kim arıyor şimdi gece gece? ne açıcam ağbicim yatar uyur bu saatte insan. tamam ama o kitabı almadın mıydı? bak bir daha çalıyor. yok beklediğim telefon bu değil. kan falan öksürmek falan ona var daha. bir susmadın. aç şunu. ne var konuş. yok iyiyim. yok bir şeyim tamam dönerim. üstüme düşme ablacım düştüm zaten yeterince. yahu darlama beni. haftasonu olmaz işim. yav olmaz olmaz. elim ıslak şimdi sonra okurum. tamam edicem haber de edicem kapat. metin yazarlığına ne gerek vardı sanki? bak bak yıldız falan parlıyor bu saatte dünya elbet güzel olacak. insan yok sokakta ondan. yatmış mı? bakma sabah bakarsın. okul da mı var yarın? ne zaman uyuyacaksın dön işte! tamam açıldım sayılır bak azaldık. azalmadık oğlum eksildik lan! sen gözünü açana kadar eksildik lan! tamam geçiyor işte. apartmanın lambası otomatik miydi? hiç dikkat etmedim ki öyle. değilse yandık bu saatte. kimle yandık? bak geçti sayılır. tabii salak olur oğlum beynini alkol yemiş onun. hah! dur şu kapıydı. bu saatte nakliyat kamyonu falan. bana mı geldiler? yok canım parayı yollamıştım ben. ben mi olduk şimdi? sen kimsin oğlum? yok bir şey gir üst komşu nakliyatçıydı onundur. kaçıncı kat? evet señor asansör diyorduk. mutluluk bu yahu! hah şimdi oldu bak ışığı açık bıraktım diye korkuyordum. gir bir elini yüzünü yıka bari. dur yatayım bir sonra hallederim onu. başa mı dönüyoruz? yok yahu başım dönüyor biraz o kadar. uzanayım geçer. yeni temizlettim şimdi kirletmek olmaz evi. yahu kapat şu kafayı iki dakka özel bir şey konuşacam!
Bu işin hesabıyla, bilançosuyla uğraşan bir adam değildi kendisi. 'İçinden geldiği gibi' süregelen yaşantısına uygun şekilde, yalnızca zevkini tatmin etmek için oynar, eğer kaybedeceğini hissederse henüz batağa düşmeden masadan çekilirdi. Genelde bu yüzden kazanırdı. Bir beklenti gütmeden oturur, kaybetmekten korkmadan oynar, kazanmayı tatminden öte görmeden kalkardı.
Yerüstüne çıktığında, aşağıdayken sanki durmuş gibi görünse de hala akmakta ısrarcı olan zamanın peşinde sürüklediği ayaza karşın atkısını boynuna bağladı. Henüz merdivenleri çıkarken takmış olduğu eldivenleriyle kasketini düzeltip paltosunun düğmelerini güçlükle ilikledi. Ne kadar kalın giyinmiş olsa da vücuduna yerleşen bu hastalıklı titreme sinirini bozmaya başlamıştı. Aldığı ilk nefes sonrası ağzından çıkan buharla sıcaklık tahmininde bulunarak zihnini oyalamaya, bu titrek asabiyeti savmaya çalıştı. Hızlı adımlarla caddeye varınca yeni açılmış pastanelerin buğulanan camlarının arkasındaki kalabalıktan saat tahmini yaptı. Şehirde hayat başlamış gibiydi; çünkü memur ve fabrika işçileri stresli uykularından en okkalı küfürlerle uyanmış, işe gitmeye dahi yeltenmişlerdi. Günün genellikle her saati kalabalık olan caddenin kaldırımlarında, elindeki trampetle bir o yana bir bu yana giden, giderken de "Cum-hu-riyet! Cum-hu-riyet!" sayıklamalarıyla trapmetine vuran bir adam; iyi günler dileklerini Bronski'nin önüne takdim ederek güler yüzünü geçit bandosu sevincine geri çevirdi. Kendi içinde umarsız bir yolculuğa sürüklenen Bronski, adama pek de aldırış etmeden başını salladı. Sürekli değişen düzenin içinde kendi düzenini oturtmaya çalışan aciz bir varlıktan öte değildi kendisi. Ve böyle insanlar için, az önceki trampetçi gibi, bu değişkenliğe rağmen kendini gidişata teslim etmemişler hep bir nefret abidesi olmuştu. Paltosunun düğmeleri arasından yeleğinin cebindeki köstekli saati eline aldı. Uzun zaman önce kadranı yamulduğundan saati göstermek konusunda hayli başarısızdı. Yine de zamanın durmak bilmediğini anımsatan 'tik-tak'ları Bronski'ye, bir saatin, saatin kaç olduğundan daha önemli şeyler belirtebileceğini anlatıyordu.
Elinde gazetelerle caddeyi turlamaya başlayan, üstündeki kazak ve montuyla on beş yaşlarında olduğu hissi veren bir genç, yaklaşarak, "Yazılanlara göre bugün-yarın kar yağacak. Bu havada evinize kapandığınız zaman vaktinizi öldürmek için bir gazeteye ihtiyacınız olacaktır bayım." dedi, "Almaz mıydınız?" Bronski ufak gazetecinin bu ticari yaklaşımını beğenmiş olacaktı ki, pek gazetelere bakan biri olmasa da bir tane alıp kolunun altına yerleştirdi. Kendini yüceltmek için sebep arayan taraftar gruplarının, yazılıp çizilenler üzerinden tatmin ettiği duyguları pazarlayan kağıt parçalarından ibaretti bunlar onun gözünde. Ya da grev ve isyanlardan uzak, Avrupai ekonomiye kapılmamış, sadece geçimini sağlayabilmek için çalışmak isteyen insanların; ilanlara bakınmak için aldığı kağıtlardı. Gidişatı takip etmek için sokağa çıkması gerekiyordu insanın, bunları okuması değil.
Nihayet eve vardığında, salonun köşesindeki antika vitrinin içinde, insanın içindeki coşkuyu kırbaçlamak için alesta bekleyen votka şişesine uzandı. Bodrum kattaki bu, dışardaki dünyanın gidişatına pek umarsız dairenin sabah vaktinde dahi yarım yamalak aydınlanan salonunda dişe dokunur tek şey antika hükmündeki eşyalardı. Bronski'nin bu tür eşyaları barındırmasının sebebi ise hatıra biriktirmek gibi salak duygulardan ziyade, hala işlevini uygulayabilen bu eşyaların yerini yenileriyle değiştirmenin gereksiz bir tutum gibi göründüğüydü.
Çalışma masasına geçip önündeki üstü sürekli karalanmış ve yarım bırakılmış kelimelerle dolu kağıtları karıştırdı. Haylidir bir kitap yazma yolunda istikrarsız adımlar atıyordu. Geceleri uykusuzlukla yoğurduğu düşünceleri kağıda aktarıyor, hikayenin yarısına bile gelmeden cayıyordu. Sonra tekrar. Sonra tekrar. Kendi kafasındaki iç çatışmalara yön veremeden radikal adımlar atamazdı. Açıkçası verdiği her kararın doğru olamayacağını anlayabilecek kadar yetişkin duygulara erişmiş olsa da doğrunun ne olduğunu bilecek kadar olgunluğa da bir o kadar erişememiş bir adamdı Bronski. Bu halde bir insan için anlık yaşamaktan daha güvenli bir hayat düşünülemezdi herhalde. Masadaki kibrite uzanıp bir sigara yaktı. Ayak ayak üstüne atıp arkaya yaslanarak içine çektiği ilk dumanı, yaşamın safi huzruna erişmişçesine tavana üfledi. Eline son yazdığı hikayenin, son sayfasını alıp bir müddet inceledikten sonra avcunun içinde buruşturup masaya geri koydu. "Bunları ben bile okumuyorum. Lanet olsun!" diye sayıkladı, sigarayı tuttuğu elini bir yumruk yapıp kafasına vururken. "Bir kumarbazın tekisin." diye de kendini yermeye devam etti, "Hayatta başarılı olduğun tek nokta masa başında kart oynamak. Bıraksalar günlerce kalkmazsın o masadan."
Bir müddet etrafa boş boş bakınırken masanın en köşesinde neredeyse unutulmuş bir kağıda uzandı. Çariçe tarafından çağırılan Rasputin'in, bir çocuğun kanamalarını hipnotizma ile durduğuna dair anektodun yazılı olduğu kağıdı, nereden ve nasıl geldiğini bilmeden okumaya başladı. Anektodun sonrasındaki bilgi notu daha çok dikkatini çekmişti:
"Bu doğa üstü yetenekleriyle zamanla saraydaki askeri uygulamalarda dahi yüksek söz sahibi oldu. Zavallı Rasputin'e, daha sonra, II. Nikolay'ın bir Alman yanlısı vatan haini gibi görünmesi yüzünden zehir verildi ne yazık ki. Fakat Rasputin, siyanüre tepki dahi vermeyince oracıkta kurşunlandı. Öldü zannedilen Rasputin doğaya bir kez daha meydan okuyarak ayaklandı ve Yusupov'un gırtlağına dayandı. Güç bela kaçmayı başaran Rasputin bir kez daha arkasından kurşunlanarak kara gömüldü ve buzlu nehre atılan cesedi, yüz kırk metre uzakta bulunup otopsiye alındığında ölüm sebebinin silah kurşunundan değil; ciğerlerindeki fazla sudan olduğu anlaşıldı."
Bundan da bir bok çıkmaz düşüncesiyle bir kenara fırlattığı kağıtlar arasında yerini buldu daha sonra, bu anektod.
*****